İki yüzlü, merhametsiz, vicdansız “zamanlar” yaşıyoruz.
Ve bu zamanda öyle bir "hastalık" ağırlaşıyor ki toplumsal olarak.
Ve bu “hastalık” böylesine “yaşlı” ve “deneyimli” İzmir’i de
sarıyor.
İzmir bir "huy" edindi: İnsanı yaşarken “yok” saymak, ölünce “baş
tacı” etmek.
Bu şehirde artık “değer”, nefesin tükendiği gün başlıyor. Başlatan
“gafiller” bir yana, kimse de sorgulamıyor, “normal” görüyor adeta.
Hayattayken selam vermeyenler, öldüğünde nutuk atmak için sıraya
giriyor. Cenazede en ön safta görünmeye çalışıyor, törenlerde en cafcaflı
kelimeleri onlar seçiyor. Ölmeden önce aç kal, işsiz kal, dışlan; öldükten
sonra “unutulmaz İzmirli” ol.
İşte İzmir’in asıl trajedisi budur.
Hayattayken fikirlerin fazladır, sözlerin rahatsız edicidir,
eleştirilerin dokunur.
Seninle yan yana görünmek birilerine yük olur.
Ama öldüğünde…
Artık zararsızsındır.
Konuşmazsın, hesap sormazsın, itiraz
etmezsin. O yüzden ölünün anısını sahiplenmek, yaşayanı sahiplenmekten çok daha
güvenlidir. İzmir’in “vefası da” işte bu “korkak güvenliğin” üzerine kuruludur.
Bu sadece bir bireysel kayıtsızlık değil; toplumsal bir alışkanlık
yapıldı.
Ölüyü kutsamak aslında bir “vicdan temizleme ayini” gibidir.
Yaşarken yüzüne bakmadıklarını, cenazesinde göklere çıkararak kendi
korkaklıklarını gizlerler. Çünkü hayattayken yanında durmak “cesaret” ister.
Ölünce “yanında” görünmekse, kimseye dokunmaz.
Zaten “tabut”
başında kimse de hatırlamaz olan biteni.
İzmir’i özellikle bu “ölü kutsayıcı” siyaset ve yerel yönetim erbabıyla
medyacılar, “aydın, özgürlükçü, demokrat şehir” diye pazarlıyor ya?
Peki, soruyorum:
O halde neden aydınlar yaşarken yalnız kalıyor?
Neden “muhalif sanatçılar ve kalemler” kendi şehirlerinde garip ve sürgün
gibi yaşıyor?
Belki de, İzmir’in o çok övülen aydınlığı, aslında mezar taşlarının
gölgesinde yanıp sönen bir kandilden ibarettir.
Bu yüzden her ölümden sonra aynı tiyatroyu izliyoruz:
– Önce birkaç vicdanlı insanın çığlığı duyulur: “O yaşarken değer
görmedi.”
– Sonra belediyeler, dernekler, odalar anma programları düzenler.
– Ve İzmirli, kendi payına düşen utancı unutur, kendini avutmak
için “biz aslında çok vefalı bir şehiriz” masalına sığınır.
Gerçek vefa, mezar taşının dibinde değil, nefes alanın yanında
olmaktır.
Gerçek, çelenk göndermek değil, yaşayana destek olmaktır.
Ama bu şehir, kahramanlarını, sanatçılarını, gazetecilerini hep
toprağın altında keşfediyor artık!
Ama İzmir’de vefa artık, cesaretten değil; ölüler üzerinden yapılan
günah çıkarma merasimlerinden ibaret.
Şu son zamanlarda “toprak” olan nice değerimiz var.
Hemen aklıma gelen Sancar Maruflu.
Hem de “İzmir Baba” dediğimiz İzmirli…
Son yıllarındaki özellikle 2010 sonrası sadece bana anlattıklarını yazsam, acaba “birileri” yeniden “utanmayı” hatırlar mı? “İzmir Babanın” İzmir aşkını “Bizans’a” satanlar da acaba “utanma” kaldı mı?
Konak Belediyesi “vefa”
göstermeye çalışmış, İzmir Gazeteciler Cemiyeti de mesaj yayınlamış.
Yahu tek başına İzmir Gazeteciler Cemiyeti, bugün “vefasızlığın”
“tek sesliliğin” “despotluğun”, “Bizans ve emperyal seviciliğin”,
“ayrımcılığın” kalesi oldu! Vefa kim İGC kim? İsmail Sivri zamanını aratanların “oyun alanı” oldu cemiyet!
Sonra Ercan Doğu var, yıllarca kalemiyle, yüreğiyle, İzmir’de
“medya” gerçek “basın” iken el vermiş “ağabey”. Vilayetten emekli olduğunda, o
Atatürkçü kimliğiyle “yapayalnız” bırakıldı. Oysa o mükemmel bir “basın öğretmeniydi”
… Şiirleriyle ekoldü. Ömrünün son zamanlarında sadece bir kişi vefa gösterdi
Ercan Ağabey’e.
Ya Gürol Tulunay?
Hem araştırmacı hem gazeteci… Yıllarca Urla’yı taşıdı sırtında.
Balçova’nın yok edilen kimliğini çıkarmaya uğraştı. Gürol Tulunay sağlığında her fırsatta
Balçova’da gelişigüzel yapılmış otellerin altındaki “tarihi” anlattı durdu. Bir
tek siyasetçi, vali, başkan, kaymakam, milletvekili de merak edip “Gürol Bey buyurun gidelim”
demedi. Gürol Tulunay’ın şu anda hala Facebook’ta duran tarih/gezi yazıları
bile, genç İzmirli gazetecilere rehberdir de kim bile kim anlaya?
Gürol ağabeyin sadece “hastane sürecini” anlatsam size, ona ölünce
“methiye” düzenlerin içinde kaç kişi “utanır” kendinden? Ama Gürol ağabey tam bir gurur timsaliydi!
Peki, sevin sevmeyin de Tufan Atakişi… İzmir için Karşıyaka için
atan kalp, şimdilerde hasta, bilen var mı? Ne olacak eserleri, “İzmir İzmir
Dergisi”?
Orhan Beşikçi, Yaşar Ürük, Yaşar Aksoy, Abdülkadir Hazman, İlhan Pınar, Alaattin Gürırmak, Bülent Şenocak, Metin Özer ve daha kimler kimler?
Bunlar yaşayanlar, ama yaşarken de “yok sayılanlar” ve ısrarla "sayılmaya çalışılanlar"…
Ama olsun varsın, “onların yazdıkları, söyledikleri işimize gelmez” değil mi?
Allah geçinden versin ama, nasılsa “öldüklerinde” bir
iki belediye belki bir anma yapar, Gazeteciler Cemiyeti de mesaj yayımlar…
Sancar Maruflu’nun o “arşivi” ne oldu mesela?
Ama artık “arşivler de” sadece “üç beş tüccar koleksiyoncu ve tüccar çakma tarihçinin" tekelinde nasılsa.
Nasılsa onlar da
alkışlanıyor her fırsatta cahilce ve ruhsuzca!
Benim yazdıklarım “söylesem tesiri yok, sussam gönlüm razı değil” havasında. Ama keşke en azından valiler, belediye başkanları, vekiller yalın olarak dinleseler, okusalar.
Düşmanlıktan ve kibirli menfaatçilikten uzak İzmir’in
gençlerine “rehber” olabilsek…
Ama ne yazık ki İzmir’i “zehirli sarmaşıklar” sardı ve
“kurtulacağı” günleri bekliyor umutsuzca.
Ölen değerlerimize minnet, rahmet diliyorum, her şeye rağmen
yaşamda direnenlere de sağlık selamet…
Bu yazıyı okuyup beğenen varsa paylaşsın,
yüksek sesle okusun dilerim.









Hiç yorum yok:
Yorum Gönder