Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Ocak 2022 Pazar

#PAZARNOTLARI (30 Ocak 2022)


Sanıyorum uzun bir süre kendi oluşturduğum bu alanda yazacağım. Bir hafta boyunca gözlemleyip, notlar alıp, düşünüp pazar günleri sizinle paylaşacağım. Zira gereken budur. Keşfettiğim sırları, üzeri örtülen gerçekleri herhangi bir siyasi taraflılıkla değil, sadece #İzmirlilik ruhuyla ve kesinlikle #İzmirce kaleme alacağım. 

Açıkçası düşünce yazmanın “bedava” oluşunu artık kabul edemiyorum. Düşünce özgürlüğünü savunmanın yolu, düşüncesini alenen yazanları “kullanmak” değil “değerlendirmektir”. Madem “bedava” yazıyorum, o halde kendi mecramda, özgürlüğümü dibine kadar yaşarım. “Muhabirliğin” süründürüldüğü “muharrirliğinse” ayrıma tutulup saygı görmediği alana da “basın” denmez, bilmem anlatabildim mi?

Ne diyeyim?

Okuyan okur ya da okumaz. Okuyan da okumayan da sağ olsun.

Son 10 gündür İzmir gündeminde finansa uzmanı Sıtkı Şükürer var. Hemen ardından da İzmir Ticaret Odası Meclis üyesi Koç Ali Al da garip söylemleriyle girdi kent gündemine.

Sıtkı bey mübadillerle ilgili söylediklerine ilişkin özür dilediyse de tepkiler devam etti. Ama ardından Koç Ali Al’ın akıl ve gerçek sınırlarını zorlayan, doyduğu yere ilişkin cehaleti nedeniyle söyledikleri ise Ödemiş Belediye Başkanı dışında “tepki görmedi”.

Çeşitli mecralarda yıllardır söylüyor ve yazıyorum. Dikkate alınmadığımın farkındayım çünkü kökenim hem “muhacir” hem de “yukarı mahalle”. İzmir’de gizli bir “kast” anlayışının olduğunu hep gülerek iddia ederdim ama, bu yaşımda bu kadar net yaşayacağımı hayal etmezdim. Evet yıllardır söylediğim, iddia edip haykırdığım, oldukça sert üsluplarla yazdığım neydi?

İzmir’in antik çağlardan bugüne tarihi ne yazık ki organize boşluklarla dolu.




Hele hele 1830 sonrası tamamen “kontrollü” tarih yazımına tabi kılınmış. 1900’lerdeki Balkan milliyetçiliklerinden 1919 işgaline, 1922 kurtuluşundan 1955 6-7 Eylül olaylarına, 1960 darbesinden 1980 büyük kırılmaya ve oradan da bugüne ne yazık ki kent tarihimiz türlü yalan, dolan, uydurmalarla doldurulmuş. Bunun en büyük nedeni “sermaye sahipleriyle” onların mensubu oldukları “gizli” ya da “açık” oluşumların menfaat beklentileridir.

Bugün “muhacir, mübadil, mülteci” sözcüklerinin kapsamlarının “maksatlı” olarak karıştırıldığını ibret ve dehşetle görüyoruz. Görüyoruz ama siyasi veya ekonomik çıkar beklentileri yüzünden “karıştırılanlara” karşı çıkamıyoruz.

Bu yıl 2022, İzmir’in Kurtuluşu’nun 100. Yıldönümü. Gelecek yıl ise Cumhuriyet’in 100. Yaşı.

Ancak 2022 sadece “kurtuluş” değil İzmir’in kadim kimliğini de kül eden yangının da yıldönümü.  Ama dikkat edin 1922 yangını ile ilgili bir söz bile duyamayız. Oysa bu yangın, işgalin arkasındaki büyük kirli gücün imzasıdır.

Sizi çok uzun yazarak meşgul etmek istemiyorum. Ama emin olun ülkemizin tarihi, Atatürk’ün ölümünden sonra çok müdahale görmüş. Çok partili sisteme geçtiğimizdeyse “küçük Amerika” sevdamızla iyice “hikayeler tomarına” döndürülmüş.

Kısa olarak yazayım. “Muhacir” tehcir edilen anlamında, zorunlu göçe tabi tutulan insanlara denir. “Mübadil” ise nüfuz değişimidir. “Mülteci” de son yılların yoğun kullanılan sözcüğüdür ki, çeşitli nedenlerle ve daha çok da “can güvenliği” sebebiyle, kendi isteğiyle “iltica eden” anlamındadır. Fakat gelin görün ki, bu sözcükler tarihsel bilgiden uzak insanların ağızlarında karıştırılarak gündem yapılmaktadır.

Önce bir hatırlatma yapayım. Osmanlı Devleti inancı gereği “fetih siyasetini” oldukça insani temellerle uygulamıştı. Yunanistan’dan Bulgaristan’a, Sırbistan’dan Bosna’ya hep “yerel halkı” koruyarak fethetmişti Osmanlı. 1453’te İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet’in, şehirdeki Ortodoks anlayışı koruduğunu unutmayalım. Osmanlı, aldığı yerlerdeki yerel halk ve inançlara dokunmamış, onlara özgürlük vermiş ve geleneklerini yaşatma imkânı tanımıştı.




Ama ne gariptir ki, daha sonraki asırlarda ortaya çıkan sömürge sistemlerinde, sömürgecilerin yeryüzünden sildiği, katliama tabi tuttuğu ne çok uygarlık ve halk olacaktı değil mi? Osmanlı, inancını uygulamıştı sadece. Ama 19.asırda Balkanlarda özellikle İngilizlerin, Osmanlı Devleti’nin yıkmak için pompaladığı “milliyetçilik” rüzgarları, Osmanlı’yı resmen arkasından hançerledi. Yerel unsurları özgür ve serbest bırakması, daha sonraki süreçlerde kopmalarını çabuklaştırdı. Tabii 17. Asırdan itibaren çöküşe giren devlet, içinde barındırdığı pek çok menfaatçi sözde devlet adamının da gayretiyle tüm mülkündeki egemenlik ve asayişi koruma haklarını yitirdi. Görünüşte “ekonomik” sebeplerdi ama, değişen dünya siyasetini de anlayamaması koca devleti bir anda “sömürge” konumuna getirdi.

1838 Baltalimanı Anlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı ve 1881’dek Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulması, her ne kadar bazı devlet adamları tarafından, devletin kurtuluş umudu görülse de başta İngiliz emperyalizmiyle işbirlikçileri çoktan “infaz emrini” vermişti.


Bağımsızlığa kavuşan her ülke, önce içindeki “Osmanlı tebaasından” kurtulma yolunu seçti. En yoğun sıkıntı da Yunanistan sınırları içindeydi. Akın akın ana yurda “hicret eden” muhacirler başta İstanbul ve İzmir olmak üzere Anadolu’ya dağıldılar. Onlar, zamanında Osmanlı’nın “fetih torunları” evlad-ı fatihandı.

Ardından gelen 1. Dünya Savaşı faturası da halka çıktı, hem de ne fatura! 

Göçler durmadığı gibi, örneğin İzmir ve kazalarında da bazı yerli Rumlar “göçe tabi” tutuldu. Dikkat edin daha işgal zamanı gelmedi. Rumlardan boşan yerlere, muhacir soydaşlar yerleştirildi. Yunan işgalindeyse tam tersi, onu da anlatacağım size ilerleyen yazılarda. 

Birinci Dünya Savaşı yıllarında İzmir’de çok ilginç bir olay da yaşandı. 

Müttefik Almanlar, istihbarat çalışmalarıyla, edindiği bazı “İzmirli” unsurlar eliyle Müslümanlara “Rum ve Ermeni düşmanlığı” dayattılar. Çok da zorlanmadılar zira, Balkanlardan gelen muhacirlerin, baba yurtlarından kendileri kovan, canlarına saldıran Yunan unsurlara zaten kızgındı. Alman istihbaratının 1915’lerde İttihat Terakki’yi “ikna edip” Ermeni Tehcirini de sağladığını, nedenininse Almanların, Anadolu’da “Alman kolonileri” kurmak istediğini yazmalıyım. Nedense bizim tarih kitaplarında bunlar yok.

Almanlar İzmir’de böyle çalışırken İngiliz istihbaratı durur mu? Üstelik İngilizler, Almanlardan daha şanslıydı. On yıllardır İzmir’de “ticaret” yapan “ayrıcalıklı kitle” Levantenlerin arasında, İngiliz istihbaratı için çalışan çok zengin aileler vardı. Hatta bu aileler, İngilizlere “Osmanlı’da asayiş bitti, canımız tehlikede” baskısı kurabilmek için “dağ eşkıyalarıyla” iş birliği bile yapmıştı. İşte bu İngiliz istihbaratı da Rum ve Ermeniler arasında çok organize “Türk Müslüman düşmanlığı” yaydı. Yunanistan karasından getirilen “papaz, öğretmen, iş insanı” görünümündeki “Megali İdea” donanımlı kişiler, İzmir’in yüzlerce yıllık “birliğini” dinamitlemeyi başardı.

15 Mayıs 1919 gününe giden yolların taşları, 1900 başlarında döşenmeye başlamıştı anlayacağınız.

Önce İtalyanların sonra da Yunanların işgalini onaylayan “emperyalist çete” dünya savaşı ardından zorla imzalattırdıkları Mondros ile Osmanlı’ya boyun eğdirdiler. İzmir çok kolay işgal edildi. Çünkü İzmir’in asırlık “birliği” çoktan dağılmıştı. Rum Metropolitinin “özellikle” seçilip İzmir’e yollanması bile, emperyalizmin başarısını gösterir. Ne gariptir ki İngiltere, Hrisostomos’a nasıl çıkarı gereği sahip çıktıysa, 9 Eylül 1922 ardından Nurettin Paşa’ya da aynı niyetle “sattı”!  

Burada hemen bir ayrıntıya dikkatinizi çekmek isterim. Çocukluğumdan beri her 9 Eylül’de “işgal temelli” anlatımlarda hep “İzmirli Rumlar işgal askerlerini alkışlarla, çiçeklerle karşıladı” vurgusu yapılır. Doğrudur ama “nedeni” hiç anlatılmaz. Çünkü nedeninde işin ucu İngiltere’ye dayanır ve İngiltere ne yaparsa yapsın “bizim dostumuzdur” (!) 

Oysa işgal günlerinde o kadar çok Rum ve Ermeni “komşuları” olan Müslüman Türkleri kollamıştır ki? Bunu “bilerek” yazan bir gazeteciyim. Öyle birilerinin yönlendirmesiyle yazmayacağımı bilirsiniz.

Gelecek yazıda size “mübadele” ve mübadillerle, onları İzmir’e ayak basar basmaz hem aşağılayıp hem de istismar edenleri anlatacağım. Bugün mübadeleyi “iki tahta bavul” ve “iki türküyle” anlatmaya çalışanları da insafa davet ediyorum. Çünkü “gerçekler” sanıldığından daha acı ve yer yer de tiksindirici. Hem gelenler hem gidenler açısından hem de. Koç Ali Al'a da cevabım gelecek yazıda. 

Okuduğunuz için teşekkürler aziz dostlarım. 

Hasan Tahsin Kocabaş

Özel mesajlarınız için: hasantahsink@gmail.com

İÇİME SİNMİYOR, RAHAT DEĞİLİM!

  Bir ay sonra bugün “her şey bitmiş” olacak… Kim “Cumhurbaşkanı” kimler “milletvekili” öğreneceğiz. 14 Mayıs Pazar günü de umarım “demokr...