Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

15 Nisan 2023 Cumartesi

İÇİME SİNMİYOR, RAHAT DEĞİLİM!

 

Bir ay sonra bugün “her şey bitmiş” olacak… Kim “Cumhurbaşkanı” kimler “milletvekili” öğreneceğiz.

14 Mayıs Pazar günü de umarım “demokrasi şenliğine” katılacağız sandık başlarında. Öyle diyorlar ya bazı “tuzu kuru” aydınlar?

Ne de olsa asırlardır belki de, ama illa ki 1946’dan bu yana “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” dediğin doğar, büyür, askerlik yapar, vergi verir, çoluk çocuk sahibi olur, belirlenen sürelerde “oy kullanır”, hesap soramaz, merak edemez, seçtiği kişilere saygı duymak, karşısında hep onları övmek, varlıklarından duacı olmak, şikâyet etmemek, sıkıntısını gizlemek zorundadır. Kendi “seçer” ama “seçtiğinden” saygı beklemek hakkı yoktur. Hayat boyu ödediği vergilerin karşılığını alamasa da almış gibi yapmak, şükretmek zorundadır.

Daha yazayım mı?

Fukaralığı, gurabalığı, çok kalabalık olduğu halde her vatandaşın bire bir yapayalnız olduğunu da yazabilirim.

2002’den beri “iktidar” olan, gelenekler oluşturan, kendinden başka doğru ve yararlı görmeyen, yaptığı kadim yanlışlardan bile “ne yapayım kandırıldım” diye sıyrılabilen, sabah ayrı akşam ayrı söylemler geliştirip, işine gelmeyeni inkâr eden, eleştiren herkesi “terörist” ya da “dış güçlerin maşası” gören, anlaşılmaz bir tarih ve demokrasi yöntemi uyduran ve uydurduğuna inanan, inandıran bir siyasal, sosyal ve ekonomik “anlayış” Adalet ve Kalkınma Partisi…

Girdiği tüm seçimlerden “iktidar” çıktı.

Ama artık muhalefete çekilmeli…

Çünkü “başladığı” gibi götüremedi sürecini. 2002’den 2007’ye, 2007’den 2012’ye 2012’den 2016’ya ve 2016’den bugüne her dönem aslında o ilk çıkışındaki haykırışını adeta yalanladı. Bugün kabul etmeseler de eğitimden sağlığa, dış politikadan kültüre, ekonomiden imar iskana ve hatta deprem sorununda bile tamamen sonuçları yanlış uygulamalar ve politikalar yaşattılar.

Tabii iktidara geldikleri günden 15 Temmuz 2016’ya kadar “yağan yağmurda beraber ıslandıkları”, istedikleri her şeyi sorgusuz verdikleri, yeri geldiğinde salya sümük “ne olur gel” diye ağladıkları “şahsın” ve örgütünün Türkiye Cumhuriyeti kimliğine verdikleri zarar ve ziyanlar elbette yarınlarda özgür tarihçiler tarafından mutlaka mercek altına alınacak. Lakin 2002 ile 2016 arası yaşananların perde arkaları, evrensel emperyalizmle iş birlikleri bugün hala yansımalarını yaşadığımız ayrıntıları oluşturuyor.  

Uzatmayayım… 14 Mayıs seçiminin tarihsel önemine değineceğim ama, önce şu soruları kayda geçirmek istiyorum.

Bu “fetöcüler” kimler?

Yani tamam, bir tane kendisine “hoca efendi” dedirten şahıs vardı, okulları, hastaneleri, matbaaları, dernekleri, medyası da vardı. Zira “ne istedilerse” almışlardı. Peki özellikleri neler yani? Kurdukları “teşkilat” nasıl bir şey? O kadar çok kitap yazıldı ve program yapıldı ki, ben sadece öğrendiklerimi, yaşadıklarımı, tanık olduklarımı düşünüp yazıyorum. Bu “F Tipi Teşkilat” gerçekten İslami bir yapı mıydı yoksa “elbise” oydu da “içindeki” başka mıydı? Bunu neden sordum, çünkü bana göre bu teşkilat biraz “masonik” ve ritüelleri olan orta çağ dinsel örgütlerini andırıyordu hep bana. Hani biraz “besmele çeken Rodos Şövalyeleri” gibi yani!

Ama hepsi “okumuş” çocuklardı, bilen ve araştıran çocuklardı değil mi? Ne diyordu liderleri? “altın nesil” değil mi? Peki 2002 ile 2016 arasında özellikle bunlarla iletişimde olan “herkes” bunlardan mıydı? Yani onca isim geliyor da aklıma, çoğu “akşamcı” ve “solcu” söylemlere sahipti. “Yetmez ama evetçi” eski marjinallerin içinde bunlarla “demokrasi fotoğrafı” çektiren yok muydu? Ya da Amerika’da Avrupa’da “eğitim” alıp, doktora falan yapıp, ideal demokrasiyi amaç edinip, Anadolu halk tarihine sahip çıkıp bunlarla düşüp kalkanlar, gazetelerinde köşe yazanlar yok muydu?

Ya da İzmir’de bunların iftar yemeklerine katılıp sonra da her 9 Eylül’de “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” diye bağıranlar yok muydu? Fetöcü olmadığı, “abilere” biat etmediği halde, “hocafendiden hatıra tesbih” isteyenler yok muydu İzmir’de?

Vardı tabii.

İş adamları, siyasetçiler, bürokratlar, akademisyenler, gazeteciler o kadar çoktu ki? Bunların bir kısmının “F tipiyle” görüş birliktelikleri yoktu ama terfi etmek, daha çok kazanmak, iş almak, yeniden seçilmek ya da bazı bürokratik konularda kolay “olur” edinmek için sessiz kaldılar, ziyaretlerde bulundular, söyleştiler. Ama 2002 ile 2016 arası bunlarla arası kötü olanın iktidarla da arası kötüydü, kötü olurdu. İşin zaten sırrı da burada galiba.

O süreçte örneğin Cumhuriyet’in kurucu kadrosuna, Atatürk devrim ve söylemlerine saldıranların sığınacağı limandı “F Tipi”. Hatırlayın, iktidar alışkın olduğumuz ulusal bayramların kutlama biçimlerini yok ettiğinde, buna en fazla kimler alkış tutmuştu? O süreçte dolaylı da olsa Atatürk’ün bir “faşist diktatör” olduğunu, millete “asker muamelesi” yaptığını, milli bayramların hiç de “çağdaş” olmadığını yazan ve söyleyenler sadece “F Tipi” mensupları mıydı? Hayır. Hatta “örgüt mensupları” bu kendilerine sığınanlar kadar sert ifadelerde bulunmadı. Perde gerisinden teşvik etti, destekledi ve hepsini “maşa” gibi kullandı! Bugün “eski yazılarında” Atatürk’e ve devrimlerine “ırkçı” damgası yapıştıran bazı şahısların, düşüncelerini sadece “demokrasi özleminden” söylediklerine mi inanıyorsunuz? Peki dün Atatürk’e “ırkçı” diyebilecek kadar “İngilizleşenlerin”, bugün bu düşüncelerinde nerede durduklarını sorgulamayacak mıyız?

“Arabistanlı Lawrence” adını duymuşunuzdur mutlaka. Merak edip araştıranlar da vardır. Arabistan’ın Osmanlı’yı sırtından vurmasını organize eden İngiliz ajanı. İngiliz olduğu halde bir Arap gibi yaşayabilen bir ajan. Lawrence yöntemi İngilizler tarafından geliştirilip tüm güçlü istihbarat örgütlerince uzun soluklu kullanılan bir yöntem. Arap olmadığı halde Arap gibi, Türk olmadığı halde Türk gibi, Kürt, Rum, Ermeni olmadığı halde onlar gibi davranan İngiliz, Amerikalı, Fransız, İtalyan, Alman, İsrailli, Rus, İranlı çok ajan vardır Tarihte hatta bugün de.




Ya da Mütareke sürecinde İstanbul’da kur(dur)ulan “İngiliz Muhipler”, “Kürt Teali” cemiyetlerinin yöntemleri. İnanın bana görünüşte “Sivil Toplum Kuruluşu” veya “vakfı” gibi görünüp, insani amaçlı görüntüyle de her türlü bölücülük, nifak ve kaos çıkarmaya çalışan örgüt var ki dünyada. Dış vakıf veya kuruluşlar sanki hep insani destek mi olur bazı insanlara? Bugün düşünüyorum da dış örgütlenmelerden maddi -destek alan acaba kaç gazeteci veya akademisyen var ülkemizde?

Türkiye tarihine bir “gizemli” süreç daha eklendi. 2002 – 2016 diyorum ama galiba bu süreci 1990 – 2016 diye de uzatmamız gerekebilir. O 90’lı yılların nasıl kasvetli ve karanlık olduğunu unutmamamız şart.

Tabii adına “akiller” denen garip ötesi kişilerin zamanlarını, Mit ve Oslo olaylarını, dersanelerin kapatılması, 17 -25 Aralık süreçlerini de çok iyi analiz etmek gerekir. Yoksa “gizem” asla açığa çıkmayacak. 1990 – 2002 ve 2002 – 2016 süreçleri objektif tahlile ve araştırmaya muhtaç bence. Tıpkı 1918 – 1950 arası gibi.

Şimdi gelelim 14 Mayıs seçimine. Aslında belirlendiği günden beri tarihe kafayı fena taktım. Neden 14 Mayıs? Yani 7 Mayıs, ya da 21 Mayıs değil de 14 Mayıs? Bugünün 14 Mayıs 1950 ile bir ilişkisi gerçekten var mı? Bu ilişki gerçekten söylendiği gibi mi yoksa asla söylenmeyen ayrıntılara sahip mi?



Bir kere şahsen asla “yeter söz milletin” söylemine katılmıyorum. 1950’nin 14 Mayıs’ı da aynı slogana bağlandı ama “söz” hiçbir zaman “millete” ait olmadı. O yüzden “yemiyorum”! Peki nedir aslı? 13 Mayıs 1950’de Türkiye’de ne vardı? “Tek parti yönetim mi”? Hayır. Çünkü 1946’da Demokrat Parti öyle ya da böyle TBMM’deydi. 21 Temmuz 1946’de yapılan genel seçimlerde CHP 397, DP 61 ve Bağımsızlar 7 Milletvekilliği kazanmıştı. Yani “çok partili” sistem zaten vardı. Peki neydi işini aslı gerçekten? Konu çok uzun da ben kısaca şöyle yazayım. Bu sloganın da 1950’nin de altında dev bir ABD baskısı vardı. Lozan’da İsmet Paşa’ya finalde diklenen İngiliz’in söyledikleri vardı. Çünkü bugünleri her şeyiyle anlamamızın sırları 1950 şartlarında gizli. Celal Bayar’ın seçim meydanlarında “küçük Amerika olacağız” diye bağırmasının ardında da “evrensel emperyalizmin yeni tezgâhları” vardı. Rahmetli Menderes’in “tezgâhı” fark edip değişmeye çalışması ne üzücüdür ki hayatına mal oldu. Ama hep düşünürüm, okuduklarım da beni tatmin etmedi. Neden sadece Menderes ve iki bakan? Oysa darbeye bile direnmemişlerdi. Oysa Celal Bayar ki İstiklal Harbi’nin İttihatçı kökenli “Galip Hocası” idi, Çankaya Köşkü’nde direnmeye çalışmıştı. Mahkemelerde Adnan Bey kadar nazik de değildi. 27 Mayıs da ardından gelen darbe ve muhtıralar da bizim için hala muamma… Belki de gerçek organizatörler, anlamamızı da istemiyor.



“Yeter Söz Milletindir” 73 yıl sonra hem iktidar hem de muhalefet tarafından paylaşılamadı. Ama kimse de çıkıp “yahu hangi devirde millet gerçekten söz sahibiydi” demedi. Zira hem iktidarın hem de muhalefetin üst iradeleri “milletin söz sahibi olmasından” mutlu falan olmazlar! Millet 14 Mayıs’ı çok önemsiyor. Ben de milletin ferdi olarak önemsiyorum. Ama bize “oy vermemiz” için “dayatılan” her kese “eyvallah” demek içime sinmiyor. Adaylar, il başkanları istedikleri kadar bunun doğru olmadığını beyan etsinler. Nasılsa göreceğiz 14 Mayıs gecesi.



14 Mayıs ‘da biz “milletvekili” seçmeyeceğiz. Biz, bize sunulan kişileri istemesek de seçmek zorunda bırakıldık çünkü. Tek tek size o kim, bu kim diye yazmayacağım. CHP listesinden eski Taraf yazarı bir profesörü içime sindiremiyorum. Ama karşı olduğum ya da olmadığım için değil. Seçmenine üsten bakan, eleştirileri profesyonelce saptıran biri olduğu için. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Atatürk’ün kurduğu çizgide olmadığını biliyorum. Ama bu kadar seçkinci yaklaşabileceğini tahmin etmezdim. AKP listesindeki bir adayın da “kırmızı çizgimiz Atatürk, Bayrak, Vatan ve Devlet” demesi de ilginç örneğin. Kendisinin çizgileri budur da ittifak olduğu kişiler bayrağa karşı, Atatürk’e karşı, kadın haklarına karşı, devlet sistemine karşı. Eee ne olacak bu? Lakin AKP benim derdim değil, kendileri de “il başkanı” olarak seçtikleri kişiyi kolay sindirdiler sonuçta. Ben CHP’nin hali pürmelaline üzülüyorum. Atatürk’e “ırkçı” FETÖ’ye de sempati yazan CHP İzmir vekil adayı önce bıraksın rozet takmayı falan da çıkıp özeleştiri yapsın. Arasın konuşalım, görüselim. Ben onun gibi saygısızlık yapmam ona.

Evet İçime sinmiyor…

Çünkü iletişim yok, sorgulama ve eleştiri yasak ama milletin oy vermesi isteniyor. Emin olun ki, eleştiren bir iş adamı ya da bir dernek veya oda başkanı olsa derhal aranır ve nedamet dilenir. Lakin bir vatandaş hele de 30 küsur yıllık bir gazeteci konuştuğunda “canına okunmak” için her aşağılık yöntem devreye sokulur.

NOT: Artık bir süre bloğumda yazacağım. Okursanız gerçekten sevinirim. Artık kendi başıma “yalnız gazetecilik” yapacağım. Kimsenin değirmenine su taşıyamam bu yaştan sonra. Hele de kendini akıllı sananların peşinde dolanacak değilim.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İÇİME SİNMİYOR, RAHAT DEĞİLİM!

  Bir ay sonra bugün “her şey bitmiş” olacak… Kim “Cumhurbaşkanı” kimler “milletvekili” öğreneceğiz. 14 Mayıs Pazar günü de umarım “demokr...