Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

1 Mart 2020 Pazar

İZMİR’DE ASIRLIK “MİLLİ FUKARALIK” FOTOĞRAFLARI


Belki canınızı sıkıyorum “sıkça” yazarak. 
Ama amacım “sıkıntı” yaratmak değil, unutturmamak ve İzmir'de geçmişe dönük, fakat bugüne de mesaj verecek bir “farkındalık” yaratmak. 
Ülkemiz acı içinde, gençlerimiz “gerçek amacın” ne olduğunu bilmediğimiz bir emperyal mücadelenin kutsal kurbanları oluyorlar yine... 
Ekonomimiz bizler için yeniden “milli fukaralığın” çanlarını çalıyor. 
“Birileri yerken” diğerleri “bakıyor” ve emin olun “kıyamet” belki de yakın. Ne “yiyenler” yiyemeyenleri dinliyor, ne de yiyemeyenler “yiyenlere” derdini anlatabiliyor. 
Hele de geçmişi yüz yıl bile olmayan bir canavarımız var ki, adına “sosyal medya” diyoruz, orada da herkes infaz ediyor birbirini yüz küsur karakterle. O kadar aleni ki yazıp haykırışlarımız, yine emin olun “sosyal medyanın” yaratıcısı “emperyalizm” içten içe gülüp “Anadolu yine tuzağımıza düştü” diyor. O emperyalizm ki hem içeride işbirlikçileri var hem de sempatizanları. Öyle tabancayla, bombayla da değil saldırı yöntemleri, “böl parçala yut” cinsinden.  
  “Büyük milletiz” diyorlar ya? 
Öyle tabii, aksini düşünmüyorum “büyük” ve “fukara” millet. Milletin bir ferdi olarak yazıyorum şimdi, tekrara düşersem af ola. Ne dönerim yolumdan ne de satarım kimliğimi... Hep söylediğim ve inandığım gibi: “Dünden bugüne Anadolu’da ne varsa bizimdir”... Gerisi boş ve teferruat. 

“Milli Fukaralık” başlığımız...  

Sözünü edeceğimiz “fukaralık” yaşadığım İzmir’de... 
Hem de “maneviyat” süsü verilmiş “milli fukaralık”, hatta hem “milli” hem de “geleneksel” fukaralık.  
Doğduğum, büyüdüğüm İzmir’in “tescilli” fukara mahalleleri. 
Araştırmak, yoğun kafa yormak lüzumu hissetmiyorum. 
Çünkü duyuyorum ki etrafta bir yığın “platform” ve “çalıştay” adı altında toplantılar yapılıyor. “Milli Fukaralığın” yaşayan temsilcisi olarak, akıllara gelmiyorum ama, konuştukları “benim muhitlerim”. “Birileri” çağırıyor “birileri” geliyor ve konuşuyorlar... Hiç gitmedikleri, kıyıdan yukarı bakınca gördükleri, ya da “önceden hazırlayıp” gitmiş gibi yaptıkları yerleri konuşuyorlar. Aralarında, “oralarda” doğmuş olan varsa da “doyduğu” yere biadından belki de kelle-i kübradan “efendilere” hoş gelecek “kelamlar” eylemek muradı sadece. 
Uzun uzun “tarihi analizler” ya da yılları vererek bugünle kıyaslamalar değil derdim. 
Sekiz bin küsur yıllık yerleşim merkezi İzmir’de “bir taraf” asırlardır “yerken” nasıl oluyor da hala “diğer taraf” ısrarla “yemiyor”. Hem yemiyor hem de “sadece şükrediyor” ve sonunda bir şekilde rahmet-i rahmana “cennet” umuduyla “göçüyor”, ölüyor yani? 
Fena takıldım buna ben. 
30 yıl mı desem 40 yıl mı desem bilmiyorum. Belki de doğduktan sonra ilk kez “kıyıya” indiğimde sorduğum soru bu. Bilmiyorum ki hala “kadim cevabı”. Kimse konuşmuyor, çabalamıyor, belki de umursamıyor. Ben neden takıldım, onu da bilmiyorum. Oysa bugün “kıyı efendilerinden” olan pek çok “yukarı soylu” bile takılmamışken, ben neden ısrarla döne dura soruyorum? 


Neyse soracağım yine.  
Bu kez önümde tam fotoğraflar var “dünden”. 
Her birine uzun uzun baktım, hissettim. 
Kendimi koydum o fotoğraflardaki yerlerin bir taraflarına. Çocukluğum geldi aklıma, yağan yağmurlar, kömür kokuları, akan damlar, pencerelerden giren rüzgârın korkutucu senfonileri, karanlık sokaklar, sarı ışıklı yetersiz ampullerin aydınlatmaya çalıştığı odalar, tarhana kokuları, bazen duyulan bebek ağlayışları.  
Başka?  
Başka neler geldi, geliyor aklıma? 
Hem hüzün ve çaresizlik değil ya. Hep kış değil ya yaşanılan. O eski, yıkılacakmış gibi duran evlerin önündeki muhteşem komşuluklar geliyor aklıma. Cenazelerde ve düğünlerdeki kader birliktelikleri. Olmazın oldurulduğu, kimsenin “kaderine terk edilmediği”, olunca “şükredilen” olmayınca da “birlikte sabredilen” yerler ve insanların yaşam sırları takıldığım.  
Ama görüntüleri “bugün” anlayacak kalibremiz tartışılır. 
Çünkü “öne çıkan” hep “özenti ve kabul edilmişlik”. Hiç kimse “tartışmıyor ki” babası, dedesi, annesi ninesi neden fukaraymış, neden hastalıktan ölmüş, neden hayallere yasak varmış da en küçük dertte kurban kendileri oluyormuş? Neden yıllar değişmiş ama “oraların” kaderi değişmemiş? İzmir’in neden “yiyenleri” ve “yiyemeyenleri” sadece “depremde” birleşmiş? 
Fotoğraflara bakınca aslında konuşuyorlar, biliyor musunuz? Konuşmuyorlar, haykırıyorlar fotoğraftaki insanlar, insanlarımız. 
Fukaralığın ve hastalığın ve savaşın ve saldırıların hedefinde yaşayan ve artık kabirleri bile nerede bilmediğimiz eski hemşerilerimiz...  
Oysa bugün biz sadece “güzel” peşindeyiz. 
İzmir'in “padişah imtiyazlı” kitlelerinin, Kordon’da ya da Bornova veya Buca’da hatta Karşıyaka’daki köşk bahçelerinde verdikleri şık şıkıdım ziyafet fotoğraflarıyla anlatmaya çalışıyoruz İzmir’i... 
Ne Damlacık ne Aziziye ne Faikpaşa ne Çorakkapı ne Ballıkuyu ne Yağhaneler ne Çimentepe ne Eşrefpaşa ne Tilkilik ne Selvili Mescit ne Kako ne Anafartlar ne Arap Fırını önemli değil ki! Orada sadece “bizimkiler” yaşadı. Oralarda “bir şey yoktu ki”... 
Benim eklemediğim muhitleri siz yazın isterseniz. Ne değişecek ki? 
Oralarda “şık şıkıdım” hanımlar, ziyafetler, Vali Beylerin katılmaktan “şeref” duyduğu çay partileri yoktu ki...  
Ha şunu da söyleyeyim, adını yazabildiğim muhit ve çevrelerde sadece “Müslümanlar” yaşamıyordu onlarca yıl önce. Gariban Rumlar, Museviler, Ermeniler de yaşıyordu. Ama Kadifekale’nin Basmane’ye doğru yamaçları daha çok Müslümanlardı.  
Zaten “gariban” olanlar hep “bir aradaydı” bir vakte kadar... Zira “fukaralığın” milleti olmaz. O “vakti de” başka zaman yazarım isterseniz.  
Son iki asırdır tek bir gerçek var değişmeyen. Hem de ne olursa olsun değişmeyen. O da reva görülen fukaralık. Öylesine fukaralık ki hem yaşam hem doyum anlamında. Sığınılan sadece “kader”. Doğan doğardı, yaşayabilirse yaşardı, hastaysa ölürdü, büyürse ya evlenir ya askere alınırdı. Asker olanlar da ya şehit olurdu ya da dönebilirse döner, yaşayabildiğince yaşardı. Yaşlananlar ise... Nasıl diyeyim? Gün gelir ölürdü, giderdi işte. Yaşam dönemeçleri olmazdı, fakir doğarsa fakir ölürdü. Çok azı “fark edilir”, “yukarıdan” aşağı iner ya memur olurdu ya öğretmen ya da olabiliyorsa “imtiyazlı beylerin” güvendiği adam olurdu işte.  
Böyle yazıyorum diye kızmayın sakın, ben oralarda doğdum, büyüdüm yaşlanıyorum. 
Eğer 1968’de değil de 1800’lerde doğsaydım benim de kaderim anlattığım gibi olurdu inanın. İki dedem de 1900’lerde doğmuş, çöküşü ve işgali yaşamış. İstiklal harbini ve çok partili hayatı da görmüş ve “işçi” olarak göçmüş. Ben “işçi” olmadım ama sözümü de anlatamadım İzmir’e... Ekrandayken haykırmamın nedeni de buydu, “anlatabilmek”!  
Özellikle Kadifekale yamaçlarına takılıyorum. 
Neler gördü oralar neler. 
Ne muhacirler nne göçmenler, sonra Kürtler şimdilerde hem tarikat baskısı hem Suriye’den “göçenler”... İzmir’in “yukarısı” hep değişmiş yıllar içinde, değişmeyen ne yazık ki “fukaralık” ve çaresizlik. 
Daha önce de yazdım, söyledim. Bugün “Roma Tiyatrosu” alanı içinde kalan, Hacı Ali Efendi Caddesi üzerindeki Kireçlikaya’dan Basmane’ye inen bir yokuş vardır. Ben o yokuşu hem ilk okul hem orta okul hem de lisede indim çıktım. Topaltı İlkokulu, Şehit Fethibey Ortaokulu ve Lisesi’ydi istikametlerim. İşte o yokuş var ya? İster inanın ister inanmayın 1800’lerden beri aynı. Evlerin bile çoğu çok eski. Yollar daracık. Akşamları kapkaranlık. Ben de vurgulayıp duruyorum.  
Geçtiğimiz hafta Yaşar Ürük üstadın da desteğiyle bazı fotoğrafları konuşturdum. Fotoğrafların biri de yolunuz düşerse Apikam’ın dış duvarında, eski itfaiye çıkışlarından birinde duruyor. Bu fotoğrafla birlikte, Sayın Yaşar Ürük’ün de verdiği bir fotoğrafa dakikalarca baktım. Kim çekmiş bu fotoğrafları, ne zaman çekmiş, tam olarak neresi Kadifekale’nin buralar emin değilim, önemli de değil. Zaman sanırım 1800-1900'ler. Ama büyüteçle bakınca yüzlere, o yolda yürüyen entarili, başı fesli erkek çocuğu, o eski evin önündeki ihtiyar, çarşaflı kadınlar sanki dile geldi.  






Bizlerin bilmediği “başka türlü” bir “fukaralık” bu. 
Hani günümüzde bazı belediye başkanları, övünülecekmiş gibi “hayatında hiç denizi görmemiş insanlarımızı denize götürüyoruz” diyor ya? Acaba fotoğraftakiler, o yıllarda İzmir’in “aşağısını” ne kadar biliyordu? Çoğu olan biteni “günah, çarpılırsın” diyenler yüzünden merak bile etmiyorlardı belki. Ya hastalık, yaşlılık, doğumlar? Bu fotoğrafların çekildiği yıllarda İzmir’in “başka yurttaşlarının” kendilerine özgü hastaneleri, bakımevleri vardı. Ya “bizimkiler”? O Konak’taki bizim “Devlet Hastanesi” diye bildiğimiz “Gurebai Müslimin” Hastanesi 1851’de hizmete girmiş yahu. Doçent Başak Ocak’ın aynı adlı eserini okumadıysanız, okuyun. Okuyun da o hastanenin nasıl “mucize” bir yer olduğunu “yukarıya” anlayın. Hepitopu bir hastane...  
Tanıdığı olan “ecnebi hastanelere” gidiyormuş da tabii o hastaneler kabul ederse... 
Ya tanıdığı olmayanlar? Aşağıdaki yaşamla tek noktada benzerlik var, “ibadethane”. Aşağılarda “kilise” yukarılarda “cami”. Zaten fotoğraflarda minarelerin çokluğu gösteriyor bunu.  
Tarih neyi yazmayı tercih ediyor sizce? İzmir tarihi ne yazıyor peki?  
Yok mu “karanlıklar” yok mu yalanlar, yok mu yanlış ve noksanlar? Hem de nasıl. İzmir “hoşgörülü” diyoruz ya? Peki neye göre, kime göre? İzmir eşitlikten, paylaşımdan yana diyoruz ya? Hani nerede peki? Son iki yüz yılda ne konmuş da ortaya, nasıl paylaşılmış? İzmir’de o yukarılarda ömür tüketenler mi, 1922 yağmasına katılmış yoksa “yağma” için “özel davetler mi” yapılmış “başka yerlere”?  
İşgal günleri peki? 
O fotoğraflardaki fukara evlere giren işgalciler “gidin buradan, göçmenler gelecek” demiş mi? Genç kızlar tecavüze uğramış mı? Yaşlılar “zevk” için öldürülmüş mü? Ya “yukarıdan” çıkan “kahramanlar”? Neredeler, kimler, şimdi nerede, hangi kabristanda yatıyor? “Hacı Ali Efendi” kim? “Eşref Paşa” sadece semt mi?  
O fotoğraflar var ya o fotoğraflar? 
Ve sizinle paylaşmadığım niceleri, belki bugünleri yansıtmıyor, belki bugünün şartlarında size bir mesaj vermiyor, belki satırlarım da sizin için boş ve anlamsız. Olabilir... Ama belki de unuttuğumuz, bugün yaşadığımız her sıkıntının nedeninin “dünde” yattığıdır. Onlarca yıl İzmir’de siyasetten ekonomiye “gerçekler” unutuldu, yok sayıldı, önemsizleştirildi. İzmir’in en güzel yerleri “fukaralığın kalesi” olurken, ne yazık ki, paşalardan beylere, başkanlardan vekillere tüm “irade” sahipleri kendilerinin “gerçek” unutturmaya çalıştıklarınınsa “yalan” olduğunu sandılar. İzmir’in bugün en güzel yerlerinin, Kadifekale ve yamaçların nasıl haykırdığını, kıyılar belki duymadı. O en güzel yerlerin çocuklarının sümüklü oluşları, ayaklarının çıplak ya da çamurlu oluşları “beylerin paşaların” midelerini bulandırdı belki ama, o “yok sayılan” tepenin ortasında şehitliğe, yine o yamaçlardan bir şehit gömüldü mü hatırlandı işte.  
Ben yıllarca bunları yazdım, söyledim diye “beylerin” aşağılamasına tabi oldum ama, yamaçlarda kim varsa bana kucak açtı Damlacık’tan Basmane’ye... 
Bugün Tarkem gibi kuruluşlar ya da bazı “sivil toplum platformlarının” çalıştaylarla “fark etmeye” çalıştıklarını, kibirden uzak ben yıllarca gündem ettim ve susturulmaya çalıştım. Sevgili Yaşar Ürük’ün verdiği fotoğraflar ise bulundukları sessiz yerlerinde haykırmaya devam etti. 
Bilenlerin değil, “bilmiş ukalalarının” revaçta olduğu İzmir’de, gerçeklere saygı duyulacağı gün gelir mi bilmiyorum. Bildiğimse ne yazık ki 200 yıldır fukaralığın “millileştirildiği” yerlerin sırları yavaş yavaş ses vermeye başladı. Tabii duyana bu sesler. 
Fotoğraflara iyi bakın. 
Özellikle de “insanlı” fotoğraflara. 
Büyüteçle yaklaşın benim gibi. Yüzlere odaklanın. O minnacık fesli, entarili çocuğa bakın. O kapı önünde oturan ihtiyara bakın. Yolların haline, evlerin durumlarına bakın. İşte görecekleriniz atalarımız! 
Onların ne köşkleri oldu ne de “şık şıkıdım” elbiseleri... 
Onlar belki “Frenk Caddesi’nde” dolaşamadı vitrinlere bakarak. Onlar belki Kordon’da Sporting Club terasında “dostlarının” İzmir’i bombalamasını, beş çayı aperatifi gibi izleyemedi. Onlar işgalciye şak şak yapıp “Kemal’in askerleri” gelirken de “Kemalci” olmadı. Onlar Yunan işgal edince, canını kurtarmak için ecnebistanlara gidemedi. Onlar işgalcinin palikaryalarının dehşetini yaşadı, evinden ve canından oldu belki. Oralar, tepelerinde ay yıldızlı al bayrak yeniden dalgalandığında pek bir umutlandı belki, ama sonra aylar geçti yıllar geçti “gerçek” değişmedi. Kale “kadifeyken” birden oldu “fukara kale” ...  
Ve yıl ha 1800 ha 2020, sorarım size “gerçekten” değişen ne? Ve gerçekten “bir şeyler” değişecek mi “yarın”?  

ESKİDEN BERİ KADİFE(FUKARA)KALE...









İÇİME SİNMİYOR, RAHAT DEĞİLİM!

  Bir ay sonra bugün “her şey bitmiş” olacak… Kim “Cumhurbaşkanı” kimler “milletvekili” öğreneceğiz. 14 Mayıs Pazar günü de umarım “demokr...