Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Temmuz 2020 Cumartesi

“HATIRLAMAK” ERDEMDİR “YOK SAYMAK” İHANET


 Neden böyle olduk? Ne zaman böyle olduk anlayamıyorum. 

#Tarih öyle bir bilim dalı ki bir kez “yanlış” gözle baktınız mı, sonuç da hiç iyi olmuyor. Tarih, oldukça dinamiktir aslında. Kişiler, olaylar hep “geçmişte de kalsa” sonuçları hep gelecekte yaşanıyor. Belki onun için insanlık, yaşarken daima kaydetmiş.

Yazmış, çizmiş, konuşmuş; ama, kaydetmiş.

İster duvar ister tomar, ister kaset, ister anı, ister resim, fotoğraf veya görüntü; ama kayıt etmiş ve bırakmış geleceğe.

“Gelecek” dediğimiz de, mesela “bugün” işte. Bizim için “gelecek” ise “yarın”.

Yarınlarda biz yaşıyor olmasak da, kuşaklar bugün kayıt ettiklerimizi bulacak ve mutlaka ilgilerini çekecek.

Normali bu.

Bir de “anormali” var işin. İşin içine sığ siyaset, şeytani beklentiler girince, kayıtları bulanlar ya tahrip edebiliyor ya da unutturuyor bir şekilde. Hatırlanmasın, merak edilmesin diye de her türlü kumpası çeviriyor. Örneğin, suyun başında olanlar “popüler” ve günü birlik yaşamayı yani cehaleti pompalıyor. Sonra bir bakıyorsunuz “hainler kahraman, kahramanlar hain”!

2020 yılını yaşıyoruz. Tanıdığımız çok değerli tarihçiler var, gazeteciler var, siyasetçiler var. Dikkat edin, son 20 yıldır sanki “tarih”, herkesin “işine göre “kullandığı” alan oldu.

Doğru mu?

Asla ve asla!

Çünkü tarih “tekliğinde değerlendirilecek” bir alandır. Yani, asırlar önce olmuş bir hadiseyi siz, günümüz bakış açılarıyla yorumlayamazsınız. Yorumlar doğru olmaz. Tarihteki her olayın, kendi dönem şartlarındaki özellikleri vardır. İster bir fetih, ister bir savaş hatta barış anlaşması, ister işgal ya da katliam, kıyım, isterse ekonomik bir faaliyet, ne olursa olsun önce, kendi döneminin tüm şartlarıyla anlaşılması gerekir. Ve tarihte yaşamış kim olursa olsun, dönemini bitirip hayattan ayrıldığında, taraftar bulup bulmamasının onun için önemi yoktur. Tarihte yaşamış aktörlerin birinden yana olup diğerine karşı olmak, bir faydadan çok zarar getirir.

Ama işin içine günlük siyasi ya da ekonomik beklentiler girerse veya tarihte olmuş bitmiş bir olayın, günümüzde bilinmesinin “siyaseten” karşılığı zararlı görülüp unutturulursa, tarihte karanlık kısımlar oluşur ki, geçen asırlar, tarihini karatmış toplumların pek huzur bulamadıklarını gösterir.

Şimdi size içinde mümkün olduğunca “isimlerin” olmadığı “olay hatırlatmaları” yapacağım. Çünkü özellikle Ayasofya konusundaki bazı söylemler ve bu söylemlerin vardığı başka söylemler tarihi tahrip etmekten başka işe yaramıyor. Sadece huzur kaçırıyor, birliği tehdit ediyor. İnanın huzuru kaçıranlar ya da birliğe tehdit oluşturanların da “huzur” içinde olduklarını sanmıyorum.

Osmanlı Devleti ya da İmparatorluğu.

Tarih sahnesine çıktığı dönem 13. asrın sonudur. Önce beylik, sonra devlet ve imparatorluk olmuş. Belli bir döneme kadar attığı her adımdan ders çıkarıp devlet toplum hanesine başarıyla eklemiş bir oluşum. İstanbul’un fethi sonrası, köhne denilen Bizans’ın bazı devlet özelliklerini de bünyesine alıp, fütuhat inancıyla gözünü Katolik alemin kalbine dikmiş bir devlet.

İslam referansını, belli bir döneme kadar “barış, kardeşlik, birliktelik, hoşgörü” anlamında değerlendirmiş. Fethettiği farklı kültür ve inançlara zulmetmemiş, özgürlük vermiş ve ortak ekonomisinde özel bir yere de oturtmuş. Fethettiği yerlerde hiçbir kültürü yok etmemiş. Açık söyleyelim ki, eğer isteseydi yok ederdi ve bugün ne Ortodoksluk ne Sırplık ne Araplık ne Bulgar vs. olmazdı. Kılıç zoruyla her yeri değiştirirdi. Aynen bugün ABD’nin “yok ettiği” Kızılderili kültürünü sadece konuştuğumuz gibi. Bu örnekleri çoğaltmak da mümkündür. Ama çağdaşlarına göre Osmanlı’nın bakış açısının ne kadar farklı ve insani olduğunu reddedemeyiz. Ki olayları dönemin şartlarına göre değerlendirebilirsek.  

Ama asırlar geçmiş, şartlar ve dönemler değişmiş, bakış açıları farklılaşmış. 17. asırda özellikle de 1699 Karlofça Antlaşmasıyla o kocaman devlet adına “duraklama” denen döneme girmiş. Neden girmiş, nasıl girmiş, iç ve dış nedenler neymiş bunlara girmeyeceğim. İstiyorum ki okuyucularım merak etsin ve araştırsın.

1774’te mesela bir Küçük Kaynarca antlaşması yapmış Osmanlı Devletimiz. Bugün bizim için öyle sinir bozucu bir antlaşma ki, devletimiz Karadeniz üzerindeki gücünü, hakimiyetini kaybetmiş. Bir de üstüne Rusya’ya ayrıcalıklar (kapitülasyon) vermiş. Ve ilk kez savaş tazminatı ödemiş.

Yani o kudretli, hoşgörülü koca dev, tarih sahnesinde sarsılıyormuş. Acaba neden? Bunu sadece “başarısız yöneticiler” ya da “hainler” açıklamasıyla yapabilir miyiz? Bu haksızlık olur. 17. ve 18. asırlardaki evrensel değişimleri, yenilikleri, Osmanlı’nın bu evrensel değişime yaklaşımını değerlendirmeyecek miyiz?

Sonra 1826 tarihi var mesela. O muhteşem “Yeniçeri Ocağı” kapatılıyor. Ne dehşetli günler İstanbul’da… Araştırın görün o dehşet günlerini. Neden peki? Çünkü köhneleşmiş Yeniçeri ruhu. Devlete kafa tutan, kelle alanı haraç salan bir ucube çete gibi olmuş. Bir “yenilik” gerekmiş. Ve “gereği de” kanlı da olsa yapılmış. Bugün caddelerde “törensel” yürüyen “Mehteran’ı” bir de 1800’ler koşullarında düşünün. O caddelerde, törenlerde yürüyenlerin karşılığı “kudretli” yıllardır değil mi?

Ama Yeniçeri Ocağının tarihe karışması yetmemiş sürecin sorunlarına. Yeni ordu teşkilatı mı, ekonomi mi acaba 1829’da Yunanistan’a “bağımsızlık” tanınmasına neden olan?

Bugünkü ordunun da temeli olan Harbiye kurulmuş 1834’te.

“Duraklama” dedik ya? Hızla devam etmiş.

1800’lerde acaba Batıda, Avrupa’da, Mısır’da, Balkanlarda, Anadolu’da, Ege’de falan, neler olmuş? Neler olmuş ve Osmanlı Devleti bu olan bitene ne eylemiş?

Öyle ya da böyle, takvimler 1838’i gösterdiğinde olan olmuş.

Üzerinde “güneş” batmayan bir yeni devlet yumruğunu göstermiş. Adı İngiltere.

Hani “melek yüzlü şeytan”.

Devlet güç kaynağının “ekonomi” olduğunu tespit etmiş, “fütuhat” devri yerini kanlı, üçkağıtçı emperyalist şeytanlığa bırakmış. O, fethettiği yerlere adalet, özgürlük, refah götüren koca yürekli Osmanlı’ya öyle bir musallat olmuş ki… Balta Limanı Antlaşması’na imza attırmış. 1838 Balta Limanı Antlaşmasıyla Osmanlı; ekonomisini, sanayisini ciddi bir çöküşe teslim etmiş.

Ardından “Hayriye mi” yoksa “Şerriye mi” tartışılır, 1839 Tanzimat Fermanı. Hazırlayanların gerçekten ne düşündüğünü bilemem ama, devrin genel değişimlerini yorumlayıp, devleti “kurtaracak” idari, askeri ve ekonomik reformlar düşündükleri net. Lakin nasıl olacaktı ki “kurtuluş”?

Onca “kapitülasyon” ile nasıl yaşatacaksın “bağımsızlık” ruhunu?

Osmanlı’da “birileri” uğraşmış aslında “kurtulmayı” … Yetmemiş çabalar. 1856 yılında da bir ferman daha çıkmış. Adına da “Islahat” demişler. O asırlarca ayrı farklı görülmeyen farklı inanç toplumlarına “büyük” haklar vermişler. Burada “İngiltere” etkisi olduğunu, İngiltere’nin derdinin de “halklara özgürlük” olmadığını söylememe gerek var mı? Tıpkı daha sonraki asırlarda ABD’nin Irak’a “demokrasi” götürmesi gibi bir şey.

Hemen bir olay da aktarayım size:

"22 Eylül 1857’de İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Lord Stratford İzmir-Aydın Demiryolunu’nun başlangıcını oluşturacak Punta (Alsancak) Garı’nın temel atma töreninde yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Bu demiryolunun, sanayi ürünlerimizin Türkiye’ye girişini kolaylaştıracak faydalı bir sermaye yatırımı olacağı kanısındayız. Hepimizin bildiği gibi, Osmanlı’nın yeniden canlandırılmasında, Avrupa’nın her zamankinden daha çok çıkarı vardır. Batı uygarlığı Levant kapılarına geldi, dayandı. Şimdiye dek geçmeyi başaramadığımız bu kapılar, artık ardına dek açılacaktır. Açılmazsa, kendi çıkarlarımız doğrultusunda, zor kullanarak bu kapıları açacak ve isteklerimizi kabul ettirecek güce, hatta daha fazlasına sahip olduğumuzu herkesin bilmesini isterim. Anadolu’nun damarlarına yeni ve taze kan aşılayacak olan bu demiryolu gibi üretken girişimleri desteklemek, İngiltere Hükümeti’nin başta gelen görevidir.”

Ne diyorsunuz bu satırlara? Böylesine küstahça konuşan bir diplomatın, görevli olduğu toprakların sahibince tepki görüp görmediğini bilmiyoruz. Ama bu küstah diplomatın güç aldığı ne olabilir? O sınırsız Kapitülasyonlar olabilir mi? Tarihe de dikkat 1857!

Ha o da var tabii, tarihte aktörler değişir ama “amaçlar” değişmez. Aktörlerle amaçların farklılık gösterdiği belki de tek ülke Türkiye galiba?

Yıllar geçmiş, dünyada “farklı eğilimler” baş göstermiş ama Osmanlı Devleti bir türlü, ne yaptıysa süreci lehine çevirememiş. İçinden bazıları çıkmış “yeni yöntemler” önermiş de, belki de ekonomik özgürlüğünü kaybettiğinden devlet, bu yöntemlerden de umduğunu bulamamış. Çünkü “en mahrem kanallarına bile sızmış yabancılar”. Belki de göremediği buymuş.

1876’da Meşrutiyet’e geçmiş mutlakıyetten. Anayasa yayınlamış. Hemen ardında da uğruna ağıtlar yakılan meşhur “93 Harbi”. Ruslarla tutuşulan o müthiş savaş. 1877-1878 ve ardından Payitahtın burnunun dibinde, Ayastefanos’ta, Berlin’de antlaşmalar.

Ve kahramanlıklara rağmen dehşet kayıplar. Romanya’ya, Sırbistan’a, Karadağ’a “bağımsızlık” haklarının tanınması, Kars, Ardahan ve Batum’un Ruslar’a teslimi.

Hep merak ederim. Örneğin Sırplar, asırlarca kültürlerini özgürce yaşamalarına izin veren Osmanlı’ya nasıl böyle “düşman” olabildiler? Üstelik Padişah şehit etmelerine rağmen? Ve bu toplumlar “bir yerlerden” etkilenirken Osmanlı nasıl önlem alamadı?

O günler nasıl stresli zor günlerdi acaba. Rusların tehdidine karşı İngiltere sığınak mı görüldü? İngiltere de “hayır için” yardım etmedi ki hiç? Hep menfaat, hep çıkar. Ve bir bakıyoruz 1878’de Kıbrıs adası İngiltere’ye verilmiş.

Bitmemiş kederi koca devin, ekonominin artık “tek güç” olduğunu, “kılıç üstünlüğünün de” sona erdiğini ve hatta “tüfeğin icadıyla” hem “mertliğin” hem de “insanlığın” yerle yeksan olduğunu ya anlamamış ya da kabul edememiş.

Gırtlağına kadar borca girmiş, kapitülasyonların da baskısıyla elinde ne varsa gitmiş. Tarih 1881’i gösterdiğinde Selanik’te Mustafa Kemal dünyaya gelirken, İstanbul’da da “vampir” kod adlı Düyun-u Umumiye kurulmuş. Osmanlı Devleti kendi ekonomisini düzeltme işini belki içi kan ağlayarak İngiltere başkanlığındaki gruba teslim etmiş. Ve resmen “ekonomik özgürlük, bağımsızlık” sona ermiş. “Kolcular” denen bir “terörist grup” tesis etmiş İngilizler. Tütününü, üzümünü saklayan köylüleri, Türk-Rum demeden kurşuna dizmiş binlerce. Esasen bu tarihten sonra ne yapıldıysa dikiş tutmamış. Tüm iyi niyetli adımlar işe yaramamış. Dirayet yer yer gösterilse de, o “vampir” kod adlı melek yüzlü şeytanlar öyle bir sirayet etmiş ki. Osmanlı Devleti normalde 1900’lerin en başında yıkılacakken, belki de “başka siyasetlerin” gereği ve yine vampirlerin desteğiyle ayakta kalabilmiş.

1908 İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş, 33 yıllık bir iktidar yıkılmış. Yıkılmış; ama, başta İngiltere olmak üzere tüm “güçler” yerlerinden kıpırdamamış bile. 1908’de Bulgaristan da “bağımsız” oluvermiş. Aynı yıl Bosna-Hersek de bir güzel Avusturya-Macaristan tarafından “ilhak” edilmiş.

13 Nisan 1909’da tarihe “31 Mart Olayı” diye geçen (31 Mart 1325) hadise yaşanmış. O hadiseyi bile bugün “net olarak” bilemiyoruz. Çünkü 1909’u, 2020 gözüyle anlama hatasına düşüyoruz. Bir kısım “Hareket Ordusu’nu özgürlük nedeni” görürken diğer bir grup “olayları da planlayan bir askeri darbe” olarak görüyor. Ben bu tartışmaya girmem tabi ki. Fakat bu olay bile “huzuru” sağlamamış esasen. 1909 sonrası “çorap söküğü” gibi yaşanmış.

1909 ile 1913 arası huzur var mı?

Ne gezer? Çabalar olsa da sonuç hep aleyhte. Özellikle İngiltere “sopayı” sürekli göstererek istediğini yaptırıyor Osmanlı’ya.

1911’de ise Afrika’daki son toprak Libya İtalya’nın oluyor.

Osmanlının derdi bir değil ki… Sadece İngiltere de değil. İngiltere kendi gibi tüm Avrupa’yı sürüklüyor peşinden Osmanlı’nın kanını emmeye.

1912’de Arnavutluk da “bağımsız” oluyor ve ardından da iki tane Balkan Savaşı. Bu savaşlarda Edirne, geri alınıyor ama hakikat değişmiyor.

Ve 1913 bir “kırılma”.

1913’te Bab-ı Ali’ye bir baskın yapıyor “İttihat Terakki” … Bu kez “kurtarıcı” İttihatçılar oluyor. Ama kurtulacağına daha da batıyor, adeta bitkisel hayata giriyor Osmanlı. Nasıl oluyor, neden oluyor bir yana vampir İngiltere ile değil “yeni yetme vampir Almanya” ile “iş tutuyor” İttihatçılar.

Ve Birinci Dünya savaşı. 1914-1918.

Anadolu’nun “Mehmetleri” nasıl yiğitçe savaşıyor. Ama onca kahramanlık, zafer işe yaramıyor. Hele 1915 Çanakkale ve Kût'ül-Amâre'ye rağmen, başka zaferlere rağmen ittifaklarımızın yenilgisi, Osmanlı’nın da yenilgisi kabul ediliyor.

Burada bir düşüncemi yazmak zorundayım. İlginçtir, Osmanlı İngiltere’ye karşı Almanya ile birleştiyse de İngiltere, Osmanlı’dan hiç vazgeçmiyor. Savaş sırasında Osmanlı’da yaşayan İngilizlerin ekonomik güçlerinden midir bilinmez, Osmanlı topraklarındaki İngilizler “hiç vazgeçmiyor”. Hem Almanya hem İngiltere öyle çok çalışıyorlar ki, asırlardır komşu olan Osmanlılar, bir anda kanlı bıçaklı oluyor. Türklerle Rumlar, Ermeniler öylesine “düşman” oluyorlar ki, izleri bugün de silinemiyor. Fakat acıdır ne İngilizlerin vadettiği özgürlük yaşanıyor ne de iyi komşuluklara dönülebiliniyor bir daha!

Savaş bitiyor ve 30 Ekim 1918’de Mondros’ta “pes” ediyor Koca Dev. Ama artık “Koca” değil “Hasta Dev”. Savaşın sonunda “Almancılar” kaçıyor, ama içerideki İngilizciler yeniden devreye giriyor. İşgaller, el koymalar, yeni haritalar derken o Çanakkale’deki “zafer ruhu” kalkıyor ayağa. “Ya İstiklal ya Ölüm” diyor. Düyun-u Umumiye ile doğan, doğduğu toprağın savaşsız teslimiyle yüreği acıyan bir Osmanlı Generali “Harb-i İstiklalin” düğmesine basıyor.

İstiklal mücadelesi 9 Eylül 1922’ye kadar devam ediyor ve 1838’den beri “kurtulmak” için çabalar harcayan ama her defasında da “emperyalizmin bataklığına” saplanan Anadolu, yeniden bağımsız ve özgür oluyor.

Burada söylemem lazım ki, İstiklal Savaşı sırasında artık sadece “sembol” olan Osmanlı Devleti, İstiklal Savaşı’nı değil, İngiltere’yi tutuyor. Damat Feritler, Ali Kemaller, Sait Mollalar ve tek başına İngiliz Muhipler Cemiyeti, Anadolu’yu elden kaçırmamak için ne kadar namert yöntem varsa kullanıyor. İstiklal Savaşı ve kadrosu ile ilgili ölüm fetvaları, iç isyanlar, ajan faaliyetleri hiç durmuyor. Aslında zaten 1881’de Düyun-u Umumiye ile çökmüş olan devlet, 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren TBMM Ordusu tarafından reddediliyor. 29 Ekim 1923’te de yeni devlet Türkiye Cumhuriyeti olarak kayda giriyor.

Eğer lütfedip buraya kadar okuduysanız, tarih ve olaylar dışında durmadığımı görmüşsünüzdür.

Aslında başka olaylar da var ama ben bu sıralamayı tercih edip, siz de araştırma merakı yaratmayı amaçladım.

Osmanlı Devleti aslında yıkıldığında “Cumhuriyeti kuranlar” hayatta bile değildi. 1856’da İzmir’de küstahça konuşan İngiliz Sefiri, Mustafa Kemal Atatürk diye birinin doğup da, devlet kuracağını tahmin bile etmiyordu. Harbiye 1834’de kurulduğunda da Mustafa Kemal yoktu.

Ama bakıyorum da, nereyse Viyana kapılarından dönmemizin nedeni olarak bile Mustafa Kemal’i göstermeye çalışanlar var.

Emin olun 1838’den bu yana İngiliz ve İngiliz benzeri emperyalist çabalar hiç bitmedi.

Emin olun İstiklal Savaşı’nda İslam’ı da, Osmanlı’yı da, Anadolu’yu da, Anadolu’nun yerli halklarını da istismar eden İngiltere ve türevleri amaçlarından vazgeçmedi.

İstanbul işgal edildiğinde Fatih Sultan Mehmet Han’ın fetih hakkı olan Ayasofya’nın “camiye” dönüştürülmesini hazmedemeyen İngilizlerin tehditlerini, girişimlerini unuttuk.

Emin olun İstiklal savaşı olmasaydı ya da zafere yürünemeseydi Anadolu, Ayasofya yeniden “kilise” olacaktı. Unutmayın, İstanbul’a giren işgal komutanının bindiği at da beyazdı. Neden acaba?

Ama bir nokta daha var.

Evet, ne yazık ki tarihimizde “karanlık” sayfalar var. Bu karanlıklar yüzünden de sürekli birbirimize düşüyoruz. Bunda yine eski İngiliz siyaset merkezli İslami görünen hareketler, İngiliz destekli Vehhabîlik dayatmaları bulunuyor. Bunları konuşamayışımızın nedeni de halen faal olan “karanlık odaklardır.” Kadim İngiliz emperyalist rüzgârı öyle ya da böyle esiyor. Arabistanlı Lawrence unutuldu ne yazık ki. Osmanlı’yı sırtından vuran bazı Arapların, nasıl İngiliz kuklaları olduğunu hala anlayamadık. Bugün ister “katar” olsun ister “katmayan” ama tüm Arap devletlerinin önce Türkiye’den özür dilemeleri gereklidir. Kendilerini korumaya gelen dindaş Osmanlı askerlerini şehit etmelerini onlar hatırlamıyor olabilir ama tarih kayıtlarına çoktan geçirmiş.

Size eski yazılarımdan bazı linkler de vereceğim. Okumanızı ve düşüncenizi lütfetmenizi diliyorum. Anadolu yeterince acı yaşadı, birliği bozuldu, aklı karıştı. Buna izin vermemiz gerekiyor. Anadolumuz öylesine kutsal bir bölge ki, kendisine sevgiyle yaklaşanları yaşatır, haince basanları kahreder!

https://hasantahsink.blogspot.com/2020/03/izmirde-asirlik-milli-fukaralik.html

https://hasantahsink.blogspot.com/2019/10/siz-hic-arka-sirada-yasadiniz-mi.html

https://hasantahsink.blogspot.com/2019/09/eylulde-izmirde-izmirli-olmak.html

https://hasantahsink.blogspot.com/2017/10/bir-karis-fazla-simendifer-ya-da.html


Hasan Tahsin Kocabaş



7 Temmuz 2020 Salı

İzmirce Bir Haykırış Benimkisi


* İzmir için yüreğini adamış üstadlarıma saygıyla. Onlar hiç de az değil!

Hatırlatmak lazım, inanın hatırlatmak.
İzmir'de yaşıyoruz, "İzmirliyiz" ama nedense hep medeti İzmir dışında arıyoruz sanki.
Hem de yıllardır ve belki de asırlardır.
Ama artık "kemiğe dayandı" o "kahpe bıçak".
Görevlerimiz, makamlarımız, şan ve şöhretlerimizin önünde değil mi İzmir'e sadakatimiz ve borcumuz?
Bunun cesaretle ilgisi var mı?
Vardır belki.
Ama daha çok "aidiyet" ve bilgiyle, aşkla ve sadakatle ilgisi var.
Basmane'den Karşıyaka'ya, Kadifekale'den Gültepe'ye, Eşrefpaşa'dan Narlıdere'ye ortak sevgi duymamız lazım.
Çünkü inanın bana risk artıyor siz farketmeseniz de.
Algı da yaratılamıyor.
"Eskiden" böyle değildi.
Makam sahipleri rehavete girdiğinde, İzmir basınının muhabirleri sokaklarda yakalardı "nemelazımcıları".
Haber olurdu, tepki olurdu. Ve illa ki o rehavete düşmüş makamlar isteksiz de olsa harekete geçerdi.
Ama artık yok...
Siyasi ve sığ ayrımcılıklar "o AKP'li bu CHP'li" ayrımcılığı ne yazık ki İzmir'e kaybettiriyor.
İletişim yok, dayanışma yok.
Kibir ve riya çok!
Aslında o kadar çok "yürekli" ve "bilgili" insanı var ki İzmir'in...
Ama biz onları değil, sığ ve cahil siyasetin hastalığına tutulmuş, yüreksiz, ruhsuz çakma İzmirli güya aydınlardan medet umuyoruz.
Okumuyoruz...
Öğrenme isteğimiz kalmadı.
Sosyal medyada bir iki satırla alim, cellat oluyoruz. Kalp kırıyoruz ama farkında bile olmuyoruz.
Bugün bir vcd geçti elime.
İzlemekten çok hoşlandığım bir vcd.
2013 yılında Tahsin Isbilen dostumun yaptığı, Oktay Gökdemir hocamızın yaptırdığı bir vcd.
"Basmane'de Bir Gün" ismi.
Oturdum yeniden izledim.
Kâh gözlerim yaşardı, kâh heyecanlandım, kâh coştum.
İzlerken de fotoğraflar çıkardım.
Onlarca kıymetlimizden üçü var sadece.
Belki kırdığımız onlarca ama, burada üçü var işte.
Orhan Beşikçi , İlhan Pınar ve Sancar Maruflu...
2013 Basmane Günleri çerçevesinde yapılan duygu dolu bilgi dolu bir belgesel bu.
YouTube'de var mı bakmadım.
(Ama mesela bu belgeseli Sergenc Ineler kardeşimin de tüm Tarkem'cilerin de izlemesi lazım.)
İzmir'imin can aydını çok.
Onlardan sadece üçü var bu paylaşımda.
Ama söz size diğerlerini de ara ara yazacağım. Çünkü onlar "başka amaçlarla" hizmet etmediler İzmir'e. Onlar yazdılar, araştırdılar, konuştular. Ama hep de kırıldılar.
Dün Orhan Beşikçi ağabeyimle konuştum. "Artık çekilmek istiyorum" dedi.
Gece boyu kahroldum.
Oysa Orhan ağabeyin o "Basmane Günleri" yaparken, nasıl titizlendiğine şahidim.
"Başkaları" yapsaydı bu "etkinliği" emin olun "abad" olurdu. Ama o hep cebinden harcadı durdu.
İlhan Pınar, yazdığı onca kitap, makale, çeviri hep İzmir'in "bilinmeyenlerini" bildirmeye yönelikti. Şimdi İzmir'de oturmuyor biliyor musunuz?
Sancar Maruflu, ona "İzmir Baba" deniyor.
Ama evlatları babalarını hiç dinlemiyor, üzüyor, kırıyor. Sancar Baba'yı hastalıklar değil ama bu vurdumduymazlıklar kahrediyor.
Elimde bir liste var, yakında paylaşacağım o listeyi.
30 yıllık gazetecilik yaşamımda tanıdığım insan İzmirliler var o listede. Düşünen, yazan, araştıran ama asla kibir ve riya yapmayan derviş gibi insanlar.
Ama hepsinin ortak özelliği, hayatlarını verdikleri İzmir'e değil ama çakma İzmir ortamlarına kırgınlıkları.
Söyler misiniz bana, onlar yazmasaydı biz pek çok İzmir bilgisini nereden alacaktık, öğrenecektik?
Yazmak istediğim çok...
Çünkü yol uzun zaman kısa.
Ne siyaset umurumda ne de at gözlüğü takmış, menfaat uğruna siyaset yapıp, yazıp konuşanlar.
Yazacağım...
Çünkü "Hasan Tahsin Kocabaş" olarak adımla borcum var İzmir'e.

NOT: Devamı gelecek...

FOTOĞRAFLARDAKİLER:
İlhan Pınar, Orhan Beşikçi, Sancar Maruflu, Yaşar Ürük, Abdülkadir Hazman, Hasan Tahsin Kocabaş


















7 Temmuz 2020 İzmir
#hasantahsinkocabas
#İzmirBİZİZ


"FETİH" DEĞİL EGEMENLİĞİN BAŞLANGICI

Giriş

"Ben ne dersem o olur" ya da "öyle uygun gördük" anlayışıyla tarih bilimi olur mu? Onca yazılan eser, bilim adamı dururken, muhtemeldir ki birkaç siyasetçinin "canları istediği" için, aynen kendileri gibi düşünen ve tarih ile meşgul olanlara baskıyla "tarih yazılır mı" ya da tarih yeniden kurgulanır mı?
Tabii ki olmaz... "Olurmuş" gibi görünse de olmaz.
Çünkü tarih ve tarih araştırmacılığı, öyle "hobi" görenlerin bir kısmının sandığı gibi "statik" değil oldukça "dinamiktir"... Tarih ne kadar istenirse istensin gizlenemez, yok sayılamaz.En fazla, "gizlendiği" ya da "saklandığı" düşünülür.
Tarih, olmuş; bitmiştir. Saklı tutulmaya, değiştirilmeye çalışılırsa da tepkisi çok ağır olur. Bunun için sadece "tarihin" kendisine bakmak yeterlidir. O kadar çok örnek vardır ki... Önce "fetih, fethetmek" sözcüğüne bakalım.
Nedir "fetih, fethetmek"?
Bir amaç, bir inanç uğruna savaşarak bir yeri zaptetmek.
Yanlış mı?
İstanbul'un Fethi örneğin. Tarihinde, olan bitende bir kuşkumuz var mı? 29 Mayıs 1453 tarihini tartışıyor muyuz?
Ya da Sultan 2. Mehmet'in "Fatih" olmadığını iddia edenimiz var mı?
Onca gün süren kuşatmayı, onca kuşatma öyküsünü, şehitleri tartışıyor muyuz?
Çünkü 29 Mayıs 1453 tarihinden Osmanlı Sultanı 2. Mehmet, İstanbul'u fethetmiş, çağ kapatıp çağ açmış ve tarihe "Fatih" olarak kayıt olmuştur. Üstelik, İstanbul, Fatih Sultan Mehmet'in ordularınca fethedildiği tarihten itibaren "devlet merkezi" olmuş ve 466 yıl 9 ay ve 17 gün Türklerin egemenliğinde kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası emperyalist paylaşım yüzünden 16 Mart 1920'de işgal edilmiş, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde ulaşılan İstiklal zaferi sonrası, 6 Ekim 1923'de kurtarılmış ve Türk egemenliği devam etmiştir.
Peki İzmir?
Türk Tarih Kurumu ile İzmir Valiliği ısrarla "fetih" sözcüğüne yer bulmak için İzmir tarihini yendien mi yazmaya çalışıyor? Yoksa bu "fetih" sözcüğünün ısrarla kullanılması, İzmir'in tarihindeki 9 Eylül 1922 zaferini, gerçekten, gölgelemeyi mi amaçlıyor?
Bir sözcüğe takılıp kalmıyoruz. Sadece "Fetih" sözcüğünün kültürümüzdeki devasa karşılığının ve sonuçlarının İzmir tarihindeki 1081'i karşılamadığını iddia ediyorum! Hem İzmir'in "Türkleşmesi" ya da "İzmir'in Türk akınlarına uğrayıp bir Türk Yurdu" olmasına kim karşı çıkıyor?
Çaka Bey'in 1081'de başlayan 16 yıllık hakimiyeti, İstanbul'un alınması olayındaki "fetih" kavramıyla açıklanamaz. Bu, İzmir ve çevresinde Türk egemenliğinin başlaması olarak değerlendirilmelidir. Pek çok tarihçi bilim adamı da bunu böyle yazmıştır.
Kaldı ki, kısa bir süre önce "İzmir 700" sloganıyla başlatılan bir çalışma, ne oldu da "936 yıla" çıkarıldı.
Yineliyorum "Fetih" sözcüğü ve anlamının İzmir tarihinde oturtulacağı bir "olay" yoktur. "İstanbul'un Fethi" gibi çok büyük çapta bir savaş, kuşatma, zafer yoktur.
İZMİR'İN FETHİ Mİ?
Türk Tarih Kurumu, 9 Eylül 2016'da Konak Meydanı'nda açtığı "9 Eylül Sergisi" sırasında vatandaşlara bir broşür dağıttı ki, biz de öyle öğrendik İzmirliler olarak bu süreci.
"TC Başbakanlık Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurmu" başlığıyla hazırlanan broşürün konusu "İzmir'in Fethinin 936'ncı Yıldönümü Kutlamaları ve Şehit Umur Gazi'yi Anma Etkinlikleri, 25 Mart 2017"
Bu broşür daha kapak kısmından başlıyor çelişkilere.
Bugünden 936 yıl önceye gittiğimizde karşımıza 1081 yılı çıkıyor.

1081 yılında İzmir, bugünkü İzmir değildi.
İki ayrı bölgeden oluşan bir kentti hatta yerleşim yeriydi.
Bir bölge "Yukarı Kale" dediğimiz bölge, diğeriyse "Aşağı Kale, Sahil" dediğimiz bölgeydi. 1081'den sonra "Aşağı İzmir'de" çoğunlukla gayrımüslimler yaşadığından "Gavur İzmir" adlandırılması da ortaya çıkmıştır.
1071 Malazgirt zaferinden sonra Anadolu doğudan batıya pek çok Türk akını yaşamıştır. Örneğin Kutalmışoğlu Süleymanşah 1080 yılında İstanbul'a çok yakın olan İznik'i almış ve devletin merkezi yapmıştır. 1081 yılında da Çaka Bey'in İzmir'in "Yukarı Kalesi'ni" aldığı bilinir.
Şimdi bir alıntı yapacağım, dikkatlice okumanızı diliyorum.
Değerli tarihçi akademisyen Yusuf Ayönü, 2009 yılında "Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi" içinde "İzmir'de Türk Hakimiyeti'nin Başlaması" başlıklı bir makale yayımladı. Bolca kaynaktan yararlanarak ve bu kaynakları da belirterek yazdığı makalesinin "özet" bölümünde aynen şu ifadelere
yer verdi:
"İzmir'i 1081 yılında Çaka Bey ele geçirir. Böylece şehir ilk defa Türklerin kontrolüne girmiş olur. Ancak Haçlılar sayesinde 1097 yazında tekrar Bizans hakimiyetine geçer. Üç yüz yıldan fazla bir süre Bizans idaresinde kalan İzmir, 1317'de Aydınoğlu Mehmet Bey'in Kadife Kale'yi, 1329'da oğlu Umur Bey'in Liman Kalesi'nin ele geçrimesiyle tamamen Türklerin elinde geçer. 1343 yılı sonlarında Haçlılar, Liman Kalesi'nin ele geçirir. Bu tarihten sonra şehir, Emir Timur'un, 1402'de Liman
Kalesi'ni zaptına kadar Liman Kalesi Haçlıların, Kadife Kale Türklerin elinde olmak üzere ikiye
bölünür. Emir Timur'un Anadolu'dan ayrılmasından sonra, Aydınoğullarından Cüneyd Bey İzmir'in
idaresini ele geçirir. Cüneyd Bey'in İzmir ve çevresindeki hakimiyeti 1426 yılına kadar devam eder
ve bu tarihten sonra şehir Osmanlı idaresine geçer."
Türk Tarih Kurumu'nun hazırladığı broşürün daha konu adında tuhaflıklar var.
1081 baz olarak anılıyorsa, İzmir "iki kısımdan da" oluşuyorsa nasıl bir "fetih" söz konusu?

Kaldı ki 1081'de aktör Umur Bey değil Çaka Bey'dir... Peki konu başlığındaki Umur Bey'le 1081 arasında nasıl bir bağlantı var? Umur Bey'i, Çaka Bey'in önüne geçiren nedir?
Çaka Bey'in İzmir'in bir bölümünü almasından 15 yıl sonra, 1096 ya da 1097'de İzmir, Bizans'ın elindedir. Bizans'ın İzmir Valisi Kaspaks'ın, kendine yönelik bir yaralamalı saldırı bahanesiyle 10 bin müslüman Türk'ü öldürtmesi yaşanmamış mıdır? Peki "fetih" ve 1081 yan yana gelebilir mi? Kaldı ki 1081'den neredeyse üç yüz yıl sonra ortaya çıkan Aydınoğlu Mehmet Bey ve Umur Bey'in, 1081 ile ilişkisi nedir?
Söyler misiniz İzmir kaç kez "fetih" edilmiştir ve Türklerin elinde kadim olarak ne zaman kalmıştır?
Yusuf Ayönü hocanın makalesine dönüp bir kez daha okumak, kaynakçasına bakmak gerekiyor. Anlaşılan Türk Tarih Kurumu, konuyu "tarihsel" olarak değerlendirmemiş.



İzmir Valiliği de tarih otoriteleri bulunan İzmir Üniversitelerini değil, sadece Türk Tarih Kurumu'nu





 muhatap almış.
(Türk Tarih Kurumu'nun değerlendirmesini yapmayacağım. 12 Eylül darbesinin mutasyona soktuğu bu kurumun, Atatürk'ün ideallerinden ne kadar uzaklaştığını anlamak için alim olmaya gerek yoktur.)
Konumuza dönelim.

Türk Tarih Kurumu, 9 Eylül 2016 tarihinde İzmir Konak Meydanı'nda bir "9 Eylül fotoğraf sergisi" açtı demiştim. Aslında bu sergiyi gezen bir yurttaş olarak, o gün orada bulunan "görevliye de"


söylemiştim. İzmir'in son kadim zaferi olan ve bugün Türklerin en güzel şehri olan İzmir'in 1922'de alınmasıyla ilgili bu kadar zayıf ve sıradan bir sergiyi, TTK'na yakıştıramamıştım. Oysa o gün dikkatimi bu kadar çekmedi "25 Mart" süreci.


O gün dağıtıma başlamıştı bu garip broşür.  Dört sayfalık, iki yapraklık bu broşürün son sayfasında "konunum önemi ve anlamı" anlatılmış.

Eksiksiz paylaşıyorum sizinle:
"İzmir 1081 yılında Çaka (Çakan) Bey tarafından Bizans'tan alınmıştır. Tarih kaynaklarında İzmir'in Çaka Bey tarafından fethinin ay ve gününe dair bir kayıt bulunmamaktadır. Birinci Haçlı Seferi sırasında Türklerin elinden çıkan İzmir, 1316 yılında Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından yeniden fethedilmiştir. İzmir'in tamamının fethi ise (Kadifekale'nin ötesi) 1328 yılında Umur Gazi tarafından
olmuştur. 1345 yılında Papa'nın çağrısı ile Venedik ve Cenevizlilerin İzmir'e yaptığı bir Haçlı Seferi sonucunda İzmir Limanı ve çevresi yeniden Haçlı Şovalyelerinin (Hospitalier şovalyeleri) eline geçmiştir. Umur Gazi, deniz seferlerinden dönerek 25 Mart 1345 tarihinde (o zaman için yortu gününe tekabül ediyordu), iç kale İzmir'inin kuşatmış ancak alamamıştır. Umur Gazi 1348 yılının yine Mart ayının sonlarında İzmir'in iç kalesini kuşattığı sırada Haçlılar tarafından, kaleden atılan bir okla şehit olmuştur. Bir İslam Gazisi ve Şehidi olarak Umur Gazi'inin anılması ve İzmir'in Fethi'nin 2017 yılından itibaren resmi kutlamalarla başilatılması İzmir'in Fethi kutlamaları, Şehit ve Gazileri anma anlamında yapılacak merasim ve programların 25 Mart'a denk gelen hafta boyunca düzenlenmesi anlamlı olacaktır. 25 Mart 2017 günü İzmir'in kuşatılması ve fethinde en çok dikkati çeken tarihlerden biridir. Fethin olduğu yıl kesin olmamakla birlikte farklı günler söz konusu olduğundan 25 Mart tarihinin (gününün) Umur Gazi'nin şehit olduğu güne uygun düştüğü


görülmektedir.
Sonuç olarak İzmir'in fethinin 1081 yılı esas alınarak kutlanması, yeni bilgi ve belgeler ortaya çıkıncaya kadar 25 Mart gününün anma günü olması yerinde bir tarih olarak belirlenmiştir.
TÜRK TARİH KURUMU BAŞKANLIĞI"

Aslında hiç uzun yazmaya da gerek yok. Çünkü dayatılmaya çalışılan "tarihin" objektif bir bakışa sahip olmadığını üzülerek görmekteyiz. İzmir'de tutmayacak bu girişim, bunu "dayatmaya"
çalışanları tarih önünde ne duruma düşürecek, ileride gelecek kuşaklar yazacaktır mutlaka. İzmir ile ilgili bir olayı, İzmir'de bu kadar tarih bölümü, araştırmacı varken, sadece "biz böyle uygun gördük"
anlayışına sahip kişilerce yürütülmesi ne kadar hazindir.
İzmir'in Türkleşme tarihinde 1081 yılına asla kimse karşı çıkamaz.
Çaka Bey'in, Mehmet Bey'in, Umur Bey'in, Timur'un, Cüneyd Bey'in, 2. Murad'ın ve tabii ki Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın birbirlerinden ayrılması, birinin diğerine üstün ya da değerli kılınması
kimsenin haddine değildir. Tarih böyle değerlendirmeleri zaten kabul etmez. Fetih dediğiniz, bir şehrin, ülkenin, bölgenin savaşlı ya da savaşsız ele geçirilmesidir. Feth edilen yer, elden çıkmışsa bu fetih, fetih kalmaz. Yeni fethe kadar ve yeni fetih tarihleri de önemlidir. 1081 İzmir için Türkleşmenin başlangıcı kabul edilebilir. Ama Fetih dediniz mi, ardını, öncesini, sonrasını da koymalısınız ortaya. Çaka Bey'e ait bir tarihi, Çaka Bey'den 236-238 yıl sonra yaşamış ve bu uğurda şehid olmuş bir kahramana yapıştıramazsınız. Sahil Kale'yi feth edip, İzmir'i bir bütün olarak hakimiyetine almak isteyen ve bu uğurda şehid olan, şehit olduğu tarih de 1348 olan Umur Bey'e saygısızlık yapmaya kimsenin hakkı yok.
Burada bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum.
Bu etkinliklerin olacağını, 9 Eylül 2016 sürecinde, halkımıza dağıtılan "İzmir'in Fethinin 936'ncı Yıldönümü Kutlamaları ve Şehit Umur Gazi'yi Anma Etkinlikleri, 25 Mart 2017" broşürüyle öğrendik. Ancak daha sonra İzmir Valiliği'nde yapılan toplantı sonuçlarında, durumun biraz


değiştiğini de fark ettik. Başlıktaki "Umur Bey" vurgusu, yerini Çaka Bey'e döndürmüş. Ancak, ısrarla üzerinde duruluna "fetih" vurgusundan tuhaf şekilde vaz geçilmemiş.
Valilik konusuna girmeden değinmek istediğim bir konu daha var.
"25 Mart 1081 – 2017" etkinliklerine web sitesinde ciddi yer ayıran Türk Tarih Kurumu, etkinlik süreçlerinde bir uluslararası sempozyum, bir logo tasarım yarışması ve kitap günleriyle bazı başka etkinlikleri de duyurmuş.
Uluslararası Sempozyum konusuna da dikkatinizi çekmek istiyorum.
TTK web sitesinden öğrendiğimize göre "1081 İzmir'in Türkler Tarafından Fethi ve Çaka Bey Uluslararası Sempozyumu" adıyla yapılan duyuruda, "önemli tarihler" alt linkine tıkladığımızda bakın neler çıkıyor:

"Sempozyum Yeri: İzmir Sempozyum Tarihi: 25 Mart 2017

Özetlerin (300 kelime) Gönderilmesi İçin Son Tarih: 15 Kasım 2016
Kabul Edilen Özetlerin Duyurulması: 21 Kasım 2016
Tam Metinlerin Gönderilmesi İçin Son Tarih: 30 Aralık 2016
Kabul Edilen Bildirilerin İlan Edilmesi: 10 Ocak 2017"
Yani?
Yani şu. Biz o broşürü elimize aldığımız 9 Eylül 2016 tarihinde bu sempozyumun düğmesine çoktan basılmış. Çünkü uluslararası sempozyumlar, öyle bir ayda duyurulup bir ayda katılım istenemez.
Devam edelim.
TTK web sitesinde, sempozyumla ilgili sayfada "Sempozyum konu başlıkları" linkine tıkladığımızda ise şunlarla karşılaşıyoruz:
"– Çaka Bey
– İzmir’in Fethi
– Dönemin Kaynaklarında ve Araştırma Eserlerde Çaka Bey



– Edebi Eserlerde Türk Denizcilik Faaliyetleri ve Çaka Bey – Tarih Ders Kitaplarında Çaka Bey
– Türk Denizcilik Tarihi
– Türk Bizans İlişkileri"
Konu başlıklarının üzerinde dikkatle durduğumuzda, broşürdeki Umur Bey'in ve sonrasının esamesinin okunmadığını, ilk açıklanan "fetih" ile "sempozyumdaki fethin" aynı ruhta olmadığını rahatlıkla görüyoruz.
Peki zorlamaya ne gerek var?
Neden "Çaka Bey ve Fetih" yan yana geliyor. Çünkü Çaka Bey Fatih Sultan Mehmet gibi bir "Fatih" değildir. İzmir'de "Çaka Beyliği" adıyla bir Türk egemenliği kurduğu hakikattir ve hakimiyeti 15
yıllıktır. 1096 ya da 1097'deki 10 bin müslümanın Bizanslılarca katledilmesini hatırlatmak isterim.
Bu sempozyum sadece "Çaka Bey, denizcilik ve Türk – Bizans ilşikileri" bağlamındadır.
Hemen söyleyim, bu sempozyum çok da yararlı olabilir. Asla da karşı değilim. Benim hassasiyetle üzerinde durduğum oldukça havada kalan "fetih" konusudur.
İzmir'in 1081 ile 1922 arasındaki tarihini, halkımızın da anlayacağı bir şekilde masaya yatırmak muhteşem bir çalışma olur. Siyaset kaygılarından uzak, objektif bilimselliklte tartışmalarla, İzmir'in ufkunu açabilecek bir girişim olur. Lakin tarihsel akötörler arasında taraflılık önce tarih bilimine ihanet olur. Çaka Bey ile Gazi Mustafa Kemal Atatürk arasında taraf tutma eğilimi, ne yazık ki cahil siyasetin Türkiye'ye son yıllarda kattığı bir kötülüktür.
25 Mart 2017'de çeşitli etkinlikler "İzmir'in Fetih yıldönümü" diye anlatılacak.
Bu etkinliklerin başrolündeki İzmir Valiliği ise kendi resmi web sayfasında, İzmir tarihine ilişkin saptalamaları zaten ortaya koyuyor.
Aynen aktarıyorum şimdi:
"İzmir, XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarihinde yaşadığı önemli dönüşüm evrelerinden birisine daha girdi. Kentteki Doğu Roma egemenliği tartışmalı hale geldi. Bu dönemde Doğu Roma İmparatorluğu ile bölgeye ulaşan Türkler arasında İzmir'in bir kaç kez el değiştirdiği bilinmektedir.



1071 yılında Büyük Selçuklu Ordusu'nun Doğu Roma Ordusu karşısında kazandığı zafer, Anadolu tarihi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Nitekim 1071'den kısa bir süre sonra 1076 yılında, İzmir önlerinde Türk kuvvetleri görülmeye başlamıştır. Aynı yıl, İzmir kısa bir zaman sürecek olan Türk egemenliğini de tanıyacaktır. Bu dönemi, büyük Türk denizcisi Çaka Bey'in 1095 yılına kadar devam edecek olan egemenlik yılları izler. İzmir'deki bu ilk dönem Türk egemenliği, yaklaşık yirmi yıl sürer. Bu olaydan sonra ilk haçlı seferini (1096) izleyen günlerde, Doğu Roma kuvvetleri kenti ele geçirirler. Türklerin kısa bir dönem yönettikleri İzmir, yeniden bir Doğu Roma kenti haline gelir ve
1317 yılına kadar kentin bu konumu değişmeden kalır.
XIV. yüzyılda İzmir, Doğu Roma yönetiminde olmakla birlikte, 1261 Nif antlaşmasıyla İzmir'de yerleşim hakkını elde eden Cenevizliler ve Venedikliler, kentte ticari açıdan etkin bir konuma yükselmişlerdir.
İzmir, 1317 yılında bir Türkmen Bey'i olan Aydınoğlu Umur Bey'in denetimi altına girer. 1344 yılında Papa VI. Clement'in örgütlediği, Venedik, Kıbrıs ve Rodos şövalyelerinin katıldığı bir Haçlı seferinde Liman Kalesi Latinlerin eline geçer ve Pagos Dağı'nın zirvesindeki Kadifekale ise Türklerin egemenliğinde kalır. Böylece kent, uzun bir süre devam edecek olan bu yapısına kavuşmuş olur, yukarıda "Türk İzmir" ve aşağıda "Hıristiyan İzmir" olmak üzere ikiye bölünür.
XV. yüzyılın başında Timur İzmir'e bir sefer düzenleyerek, Rodos şövalyelerinin egemen olduğu Liman Kale'yi ele geçirir ve onu yıktırarak, Türkmen Aydınoğlu Beyliği'nin canlanmasını sağlar ve İzmir'i Umur Bey'in torunu Aydınoğlu Cüneyt Bey'e verir. 1426'da Osmanlılar, Aydınoğlu Beyliği'ne son vererek, Batı Anadolu ve İzmir'i egemenlikleri altına aldılar. Böylece, Osmanlı egemenliğine dek süren İzmir'in yönetsel belirsizliği de sona ermiştir. Osmanlı egemenliğine girdiği dönemde küçük bir kasaba konumunda olan İzmir, Osmanlı Barışıyla birlikte nüfusu artmaya başlayınca, 1528-1529 yıllarında Türkler, tepedeki yerleşim yerlerinden limana doğru yönelerek, Yukarı Kale ile Liman Kalesi arasında kesintisiz bir Türk yerleşim kuşağı oluşturmuşlardır.
(...)
I. Dünya Savaşı'nın yitirilmesi, İzmir ve Ege için bir sonun başlangıcı oluyordu. 15 Mayıs 1919'da başta İzmir olmak üzere, tüm Ege Bölgesi Yunan işgali altına giriyor ve bölgede yeni bir yapılanma başlıyordu. I. Dünya Savaşı'nın galip devletleri, işgalle, Osmanlı Devleti'ne Sevr Antlaşması'nı imzalatmayı hedefliyorlardı. Sevr Antlaşması, başta İzmir olmak üzere, Ege Bölgesi'nin Yunanistan'a bağlanmasını öngörüyordu. İzmir'in işgaliyle birlikte, Ege'de işgalci Yunanlılara karşı Türk ulusal direniş hareketi başlar. İzmir'de Gazeteci Hasan Tahsin tarafından atılan ilk kurşun Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıcını simgeler.
İzmir'in işgali ve bu işgalden kurtuluşun Türkiye'nin siyasi tarihi açısından çok önemli sonuçları
olmuştur. İzmir'in kurtuluşuyla birlikte; monarşik, teokratik ve çokuluslu bir imparatorluktan, ulusal, laik ve çağdaş bir Cumhuriyet'e geçişin kapıları ardına kadar açılmıştır.
9 Eylül 1922'de Türk Ordusu'nun İzmir'e girmesi ile Yunan işgali sona erer. Ancak, İzmir 13 Eylül sabahı tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşamaktan kurtulamaz. Basmane semtinde başlayan yangın, 2.600.000 metrekarelik bir alanda 20.000'den fazla ev ve işyerini yok eder. İzmir, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu sonrası "Zümrüdü Anka" kuşu gibi kendi külleri içinden adeta yeniden doğar. "
İzmir Valiliği, 25 Mart 1081 sürecini, Türk Tarih Kurumu anlayışıyla birleştirerek yeni bir anlayışa oturtmaya çalışıyor. Valilikte yapılan ve TTK Başkan yardımcısının da katıldığı toplantı sonrası, basına yapılan açıklamanın son bölümü de oldukça ilginç:
"Tıpkı İstanbul’un Fethi gibi 1081 İzmir’in Fethi de Türk tarihi açısından bir kırılma noktası olmuş, bu tarihten sonra Türkler Anadolu’daki varlıklarını güçlendirmiştir. Bu toprakları sadece bir ülke değil, bir tarih, bir medeniyet, bir inanç ve kültür kalesi haline getirmişlerdir. Bu şuurla tüm kurumlarımızla bu önemli günün genç beyinlerde hak ettiği yeri ve önemi kazanması için daha çok çalışacağız. Çünkü tarihten ibret almasını bilmeliyiz. Eğer ibret alırsak olumsuz olayların tekerrür etmesine engel olabiliriz.”
Oysa 1081 tarihinin 1453 ile "birleşeceği" bir yer yok.
İstanbul'un fethini alıp, 1081'de İzmir'in resmi Türkleşme sürecinin başlayışına benzetmek ve iki tarihi de ortak milli tarihimizin "kırılma noktası" kabul etmek son derece yanlıştır. Fetih kelimesinin İzmir için tam olarak kabul edilebileceği iki tarih vardır ve iki de aktör. Biri II. Murad diğeri Mustafa Kemal Atatürk. Diğer aktörler, tarihen önemli, değerli şahsiyetlerdir. Ancak "Fatih" ünvanının oturduğu şahsiyetler değildir. Çaka Bey ise yıllardır, büstünün bile sahip çıkılmadığı, İzmir'i bugünlere ulaştıracak Türkleşme hamlesini yapan bir başlangıç aktörüdür. Kendi içselliğinde "Fatih" denilebilse de abartmamak gerekir.










İÇİME SİNMİYOR, RAHAT DEĞİLİM!

  Bir ay sonra bugün “her şey bitmiş” olacak… Kim “Cumhurbaşkanı” kimler “milletvekili” öğreneceğiz. 14 Mayıs Pazar günü de umarım “demokr...