Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Temmuz 2020 Cumartesi

“HATIRLAMAK” ERDEMDİR “YOK SAYMAK” İHANET


 Neden böyle olduk? Ne zaman böyle olduk anlayamıyorum. 

#Tarih öyle bir bilim dalı ki bir kez “yanlış” gözle baktınız mı, sonuç da hiç iyi olmuyor. Tarih, oldukça dinamiktir aslında. Kişiler, olaylar hep “geçmişte de kalsa” sonuçları hep gelecekte yaşanıyor. Belki onun için insanlık, yaşarken daima kaydetmiş.

Yazmış, çizmiş, konuşmuş; ama, kaydetmiş.

İster duvar ister tomar, ister kaset, ister anı, ister resim, fotoğraf veya görüntü; ama kayıt etmiş ve bırakmış geleceğe.

“Gelecek” dediğimiz de, mesela “bugün” işte. Bizim için “gelecek” ise “yarın”.

Yarınlarda biz yaşıyor olmasak da, kuşaklar bugün kayıt ettiklerimizi bulacak ve mutlaka ilgilerini çekecek.

Normali bu.

Bir de “anormali” var işin. İşin içine sığ siyaset, şeytani beklentiler girince, kayıtları bulanlar ya tahrip edebiliyor ya da unutturuyor bir şekilde. Hatırlanmasın, merak edilmesin diye de her türlü kumpası çeviriyor. Örneğin, suyun başında olanlar “popüler” ve günü birlik yaşamayı yani cehaleti pompalıyor. Sonra bir bakıyorsunuz “hainler kahraman, kahramanlar hain”!

2020 yılını yaşıyoruz. Tanıdığımız çok değerli tarihçiler var, gazeteciler var, siyasetçiler var. Dikkat edin, son 20 yıldır sanki “tarih”, herkesin “işine göre “kullandığı” alan oldu.

Doğru mu?

Asla ve asla!

Çünkü tarih “tekliğinde değerlendirilecek” bir alandır. Yani, asırlar önce olmuş bir hadiseyi siz, günümüz bakış açılarıyla yorumlayamazsınız. Yorumlar doğru olmaz. Tarihteki her olayın, kendi dönem şartlarındaki özellikleri vardır. İster bir fetih, ister bir savaş hatta barış anlaşması, ister işgal ya da katliam, kıyım, isterse ekonomik bir faaliyet, ne olursa olsun önce, kendi döneminin tüm şartlarıyla anlaşılması gerekir. Ve tarihte yaşamış kim olursa olsun, dönemini bitirip hayattan ayrıldığında, taraftar bulup bulmamasının onun için önemi yoktur. Tarihte yaşamış aktörlerin birinden yana olup diğerine karşı olmak, bir faydadan çok zarar getirir.

Ama işin içine günlük siyasi ya da ekonomik beklentiler girerse veya tarihte olmuş bitmiş bir olayın, günümüzde bilinmesinin “siyaseten” karşılığı zararlı görülüp unutturulursa, tarihte karanlık kısımlar oluşur ki, geçen asırlar, tarihini karatmış toplumların pek huzur bulamadıklarını gösterir.

Şimdi size içinde mümkün olduğunca “isimlerin” olmadığı “olay hatırlatmaları” yapacağım. Çünkü özellikle Ayasofya konusundaki bazı söylemler ve bu söylemlerin vardığı başka söylemler tarihi tahrip etmekten başka işe yaramıyor. Sadece huzur kaçırıyor, birliği tehdit ediyor. İnanın huzuru kaçıranlar ya da birliğe tehdit oluşturanların da “huzur” içinde olduklarını sanmıyorum.

Osmanlı Devleti ya da İmparatorluğu.

Tarih sahnesine çıktığı dönem 13. asrın sonudur. Önce beylik, sonra devlet ve imparatorluk olmuş. Belli bir döneme kadar attığı her adımdan ders çıkarıp devlet toplum hanesine başarıyla eklemiş bir oluşum. İstanbul’un fethi sonrası, köhne denilen Bizans’ın bazı devlet özelliklerini de bünyesine alıp, fütuhat inancıyla gözünü Katolik alemin kalbine dikmiş bir devlet.

İslam referansını, belli bir döneme kadar “barış, kardeşlik, birliktelik, hoşgörü” anlamında değerlendirmiş. Fethettiği farklı kültür ve inançlara zulmetmemiş, özgürlük vermiş ve ortak ekonomisinde özel bir yere de oturtmuş. Fethettiği yerlerde hiçbir kültürü yok etmemiş. Açık söyleyelim ki, eğer isteseydi yok ederdi ve bugün ne Ortodoksluk ne Sırplık ne Araplık ne Bulgar vs. olmazdı. Kılıç zoruyla her yeri değiştirirdi. Aynen bugün ABD’nin “yok ettiği” Kızılderili kültürünü sadece konuştuğumuz gibi. Bu örnekleri çoğaltmak da mümkündür. Ama çağdaşlarına göre Osmanlı’nın bakış açısının ne kadar farklı ve insani olduğunu reddedemeyiz. Ki olayları dönemin şartlarına göre değerlendirebilirsek.  

Ama asırlar geçmiş, şartlar ve dönemler değişmiş, bakış açıları farklılaşmış. 17. asırda özellikle de 1699 Karlofça Antlaşmasıyla o kocaman devlet adına “duraklama” denen döneme girmiş. Neden girmiş, nasıl girmiş, iç ve dış nedenler neymiş bunlara girmeyeceğim. İstiyorum ki okuyucularım merak etsin ve araştırsın.

1774’te mesela bir Küçük Kaynarca antlaşması yapmış Osmanlı Devletimiz. Bugün bizim için öyle sinir bozucu bir antlaşma ki, devletimiz Karadeniz üzerindeki gücünü, hakimiyetini kaybetmiş. Bir de üstüne Rusya’ya ayrıcalıklar (kapitülasyon) vermiş. Ve ilk kez savaş tazminatı ödemiş.

Yani o kudretli, hoşgörülü koca dev, tarih sahnesinde sarsılıyormuş. Acaba neden? Bunu sadece “başarısız yöneticiler” ya da “hainler” açıklamasıyla yapabilir miyiz? Bu haksızlık olur. 17. ve 18. asırlardaki evrensel değişimleri, yenilikleri, Osmanlı’nın bu evrensel değişime yaklaşımını değerlendirmeyecek miyiz?

Sonra 1826 tarihi var mesela. O muhteşem “Yeniçeri Ocağı” kapatılıyor. Ne dehşetli günler İstanbul’da… Araştırın görün o dehşet günlerini. Neden peki? Çünkü köhneleşmiş Yeniçeri ruhu. Devlete kafa tutan, kelle alanı haraç salan bir ucube çete gibi olmuş. Bir “yenilik” gerekmiş. Ve “gereği de” kanlı da olsa yapılmış. Bugün caddelerde “törensel” yürüyen “Mehteran’ı” bir de 1800’ler koşullarında düşünün. O caddelerde, törenlerde yürüyenlerin karşılığı “kudretli” yıllardır değil mi?

Ama Yeniçeri Ocağının tarihe karışması yetmemiş sürecin sorunlarına. Yeni ordu teşkilatı mı, ekonomi mi acaba 1829’da Yunanistan’a “bağımsızlık” tanınmasına neden olan?

Bugünkü ordunun da temeli olan Harbiye kurulmuş 1834’te.

“Duraklama” dedik ya? Hızla devam etmiş.

1800’lerde acaba Batıda, Avrupa’da, Mısır’da, Balkanlarda, Anadolu’da, Ege’de falan, neler olmuş? Neler olmuş ve Osmanlı Devleti bu olan bitene ne eylemiş?

Öyle ya da böyle, takvimler 1838’i gösterdiğinde olan olmuş.

Üzerinde “güneş” batmayan bir yeni devlet yumruğunu göstermiş. Adı İngiltere.

Hani “melek yüzlü şeytan”.

Devlet güç kaynağının “ekonomi” olduğunu tespit etmiş, “fütuhat” devri yerini kanlı, üçkağıtçı emperyalist şeytanlığa bırakmış. O, fethettiği yerlere adalet, özgürlük, refah götüren koca yürekli Osmanlı’ya öyle bir musallat olmuş ki… Balta Limanı Antlaşması’na imza attırmış. 1838 Balta Limanı Antlaşmasıyla Osmanlı; ekonomisini, sanayisini ciddi bir çöküşe teslim etmiş.

Ardından “Hayriye mi” yoksa “Şerriye mi” tartışılır, 1839 Tanzimat Fermanı. Hazırlayanların gerçekten ne düşündüğünü bilemem ama, devrin genel değişimlerini yorumlayıp, devleti “kurtaracak” idari, askeri ve ekonomik reformlar düşündükleri net. Lakin nasıl olacaktı ki “kurtuluş”?

Onca “kapitülasyon” ile nasıl yaşatacaksın “bağımsızlık” ruhunu?

Osmanlı’da “birileri” uğraşmış aslında “kurtulmayı” … Yetmemiş çabalar. 1856 yılında da bir ferman daha çıkmış. Adına da “Islahat” demişler. O asırlarca ayrı farklı görülmeyen farklı inanç toplumlarına “büyük” haklar vermişler. Burada “İngiltere” etkisi olduğunu, İngiltere’nin derdinin de “halklara özgürlük” olmadığını söylememe gerek var mı? Tıpkı daha sonraki asırlarda ABD’nin Irak’a “demokrasi” götürmesi gibi bir şey.

Hemen bir olay da aktarayım size:

"22 Eylül 1857’de İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Lord Stratford İzmir-Aydın Demiryolunu’nun başlangıcını oluşturacak Punta (Alsancak) Garı’nın temel atma töreninde yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Bu demiryolunun, sanayi ürünlerimizin Türkiye’ye girişini kolaylaştıracak faydalı bir sermaye yatırımı olacağı kanısındayız. Hepimizin bildiği gibi, Osmanlı’nın yeniden canlandırılmasında, Avrupa’nın her zamankinden daha çok çıkarı vardır. Batı uygarlığı Levant kapılarına geldi, dayandı. Şimdiye dek geçmeyi başaramadığımız bu kapılar, artık ardına dek açılacaktır. Açılmazsa, kendi çıkarlarımız doğrultusunda, zor kullanarak bu kapıları açacak ve isteklerimizi kabul ettirecek güce, hatta daha fazlasına sahip olduğumuzu herkesin bilmesini isterim. Anadolu’nun damarlarına yeni ve taze kan aşılayacak olan bu demiryolu gibi üretken girişimleri desteklemek, İngiltere Hükümeti’nin başta gelen görevidir.”

Ne diyorsunuz bu satırlara? Böylesine küstahça konuşan bir diplomatın, görevli olduğu toprakların sahibince tepki görüp görmediğini bilmiyoruz. Ama bu küstah diplomatın güç aldığı ne olabilir? O sınırsız Kapitülasyonlar olabilir mi? Tarihe de dikkat 1857!

Ha o da var tabii, tarihte aktörler değişir ama “amaçlar” değişmez. Aktörlerle amaçların farklılık gösterdiği belki de tek ülke Türkiye galiba?

Yıllar geçmiş, dünyada “farklı eğilimler” baş göstermiş ama Osmanlı Devleti bir türlü, ne yaptıysa süreci lehine çevirememiş. İçinden bazıları çıkmış “yeni yöntemler” önermiş de, belki de ekonomik özgürlüğünü kaybettiğinden devlet, bu yöntemlerden de umduğunu bulamamış. Çünkü “en mahrem kanallarına bile sızmış yabancılar”. Belki de göremediği buymuş.

1876’da Meşrutiyet’e geçmiş mutlakıyetten. Anayasa yayınlamış. Hemen ardında da uğruna ağıtlar yakılan meşhur “93 Harbi”. Ruslarla tutuşulan o müthiş savaş. 1877-1878 ve ardından Payitahtın burnunun dibinde, Ayastefanos’ta, Berlin’de antlaşmalar.

Ve kahramanlıklara rağmen dehşet kayıplar. Romanya’ya, Sırbistan’a, Karadağ’a “bağımsızlık” haklarının tanınması, Kars, Ardahan ve Batum’un Ruslar’a teslimi.

Hep merak ederim. Örneğin Sırplar, asırlarca kültürlerini özgürce yaşamalarına izin veren Osmanlı’ya nasıl böyle “düşman” olabildiler? Üstelik Padişah şehit etmelerine rağmen? Ve bu toplumlar “bir yerlerden” etkilenirken Osmanlı nasıl önlem alamadı?

O günler nasıl stresli zor günlerdi acaba. Rusların tehdidine karşı İngiltere sığınak mı görüldü? İngiltere de “hayır için” yardım etmedi ki hiç? Hep menfaat, hep çıkar. Ve bir bakıyoruz 1878’de Kıbrıs adası İngiltere’ye verilmiş.

Bitmemiş kederi koca devin, ekonominin artık “tek güç” olduğunu, “kılıç üstünlüğünün de” sona erdiğini ve hatta “tüfeğin icadıyla” hem “mertliğin” hem de “insanlığın” yerle yeksan olduğunu ya anlamamış ya da kabul edememiş.

Gırtlağına kadar borca girmiş, kapitülasyonların da baskısıyla elinde ne varsa gitmiş. Tarih 1881’i gösterdiğinde Selanik’te Mustafa Kemal dünyaya gelirken, İstanbul’da da “vampir” kod adlı Düyun-u Umumiye kurulmuş. Osmanlı Devleti kendi ekonomisini düzeltme işini belki içi kan ağlayarak İngiltere başkanlığındaki gruba teslim etmiş. Ve resmen “ekonomik özgürlük, bağımsızlık” sona ermiş. “Kolcular” denen bir “terörist grup” tesis etmiş İngilizler. Tütününü, üzümünü saklayan köylüleri, Türk-Rum demeden kurşuna dizmiş binlerce. Esasen bu tarihten sonra ne yapıldıysa dikiş tutmamış. Tüm iyi niyetli adımlar işe yaramamış. Dirayet yer yer gösterilse de, o “vampir” kod adlı melek yüzlü şeytanlar öyle bir sirayet etmiş ki. Osmanlı Devleti normalde 1900’lerin en başında yıkılacakken, belki de “başka siyasetlerin” gereği ve yine vampirlerin desteğiyle ayakta kalabilmiş.

1908 İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş, 33 yıllık bir iktidar yıkılmış. Yıkılmış; ama, başta İngiltere olmak üzere tüm “güçler” yerlerinden kıpırdamamış bile. 1908’de Bulgaristan da “bağımsız” oluvermiş. Aynı yıl Bosna-Hersek de bir güzel Avusturya-Macaristan tarafından “ilhak” edilmiş.

13 Nisan 1909’da tarihe “31 Mart Olayı” diye geçen (31 Mart 1325) hadise yaşanmış. O hadiseyi bile bugün “net olarak” bilemiyoruz. Çünkü 1909’u, 2020 gözüyle anlama hatasına düşüyoruz. Bir kısım “Hareket Ordusu’nu özgürlük nedeni” görürken diğer bir grup “olayları da planlayan bir askeri darbe” olarak görüyor. Ben bu tartışmaya girmem tabi ki. Fakat bu olay bile “huzuru” sağlamamış esasen. 1909 sonrası “çorap söküğü” gibi yaşanmış.

1909 ile 1913 arası huzur var mı?

Ne gezer? Çabalar olsa da sonuç hep aleyhte. Özellikle İngiltere “sopayı” sürekli göstererek istediğini yaptırıyor Osmanlı’ya.

1911’de ise Afrika’daki son toprak Libya İtalya’nın oluyor.

Osmanlının derdi bir değil ki… Sadece İngiltere de değil. İngiltere kendi gibi tüm Avrupa’yı sürüklüyor peşinden Osmanlı’nın kanını emmeye.

1912’de Arnavutluk da “bağımsız” oluyor ve ardından da iki tane Balkan Savaşı. Bu savaşlarda Edirne, geri alınıyor ama hakikat değişmiyor.

Ve 1913 bir “kırılma”.

1913’te Bab-ı Ali’ye bir baskın yapıyor “İttihat Terakki” … Bu kez “kurtarıcı” İttihatçılar oluyor. Ama kurtulacağına daha da batıyor, adeta bitkisel hayata giriyor Osmanlı. Nasıl oluyor, neden oluyor bir yana vampir İngiltere ile değil “yeni yetme vampir Almanya” ile “iş tutuyor” İttihatçılar.

Ve Birinci Dünya savaşı. 1914-1918.

Anadolu’nun “Mehmetleri” nasıl yiğitçe savaşıyor. Ama onca kahramanlık, zafer işe yaramıyor. Hele 1915 Çanakkale ve Kût'ül-Amâre'ye rağmen, başka zaferlere rağmen ittifaklarımızın yenilgisi, Osmanlı’nın da yenilgisi kabul ediliyor.

Burada bir düşüncemi yazmak zorundayım. İlginçtir, Osmanlı İngiltere’ye karşı Almanya ile birleştiyse de İngiltere, Osmanlı’dan hiç vazgeçmiyor. Savaş sırasında Osmanlı’da yaşayan İngilizlerin ekonomik güçlerinden midir bilinmez, Osmanlı topraklarındaki İngilizler “hiç vazgeçmiyor”. Hem Almanya hem İngiltere öyle çok çalışıyorlar ki, asırlardır komşu olan Osmanlılar, bir anda kanlı bıçaklı oluyor. Türklerle Rumlar, Ermeniler öylesine “düşman” oluyorlar ki, izleri bugün de silinemiyor. Fakat acıdır ne İngilizlerin vadettiği özgürlük yaşanıyor ne de iyi komşuluklara dönülebiliniyor bir daha!

Savaş bitiyor ve 30 Ekim 1918’de Mondros’ta “pes” ediyor Koca Dev. Ama artık “Koca” değil “Hasta Dev”. Savaşın sonunda “Almancılar” kaçıyor, ama içerideki İngilizciler yeniden devreye giriyor. İşgaller, el koymalar, yeni haritalar derken o Çanakkale’deki “zafer ruhu” kalkıyor ayağa. “Ya İstiklal ya Ölüm” diyor. Düyun-u Umumiye ile doğan, doğduğu toprağın savaşsız teslimiyle yüreği acıyan bir Osmanlı Generali “Harb-i İstiklalin” düğmesine basıyor.

İstiklal mücadelesi 9 Eylül 1922’ye kadar devam ediyor ve 1838’den beri “kurtulmak” için çabalar harcayan ama her defasında da “emperyalizmin bataklığına” saplanan Anadolu, yeniden bağımsız ve özgür oluyor.

Burada söylemem lazım ki, İstiklal Savaşı sırasında artık sadece “sembol” olan Osmanlı Devleti, İstiklal Savaşı’nı değil, İngiltere’yi tutuyor. Damat Feritler, Ali Kemaller, Sait Mollalar ve tek başına İngiliz Muhipler Cemiyeti, Anadolu’yu elden kaçırmamak için ne kadar namert yöntem varsa kullanıyor. İstiklal Savaşı ve kadrosu ile ilgili ölüm fetvaları, iç isyanlar, ajan faaliyetleri hiç durmuyor. Aslında zaten 1881’de Düyun-u Umumiye ile çökmüş olan devlet, 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren TBMM Ordusu tarafından reddediliyor. 29 Ekim 1923’te de yeni devlet Türkiye Cumhuriyeti olarak kayda giriyor.

Eğer lütfedip buraya kadar okuduysanız, tarih ve olaylar dışında durmadığımı görmüşsünüzdür.

Aslında başka olaylar da var ama ben bu sıralamayı tercih edip, siz de araştırma merakı yaratmayı amaçladım.

Osmanlı Devleti aslında yıkıldığında “Cumhuriyeti kuranlar” hayatta bile değildi. 1856’da İzmir’de küstahça konuşan İngiliz Sefiri, Mustafa Kemal Atatürk diye birinin doğup da, devlet kuracağını tahmin bile etmiyordu. Harbiye 1834’de kurulduğunda da Mustafa Kemal yoktu.

Ama bakıyorum da, nereyse Viyana kapılarından dönmemizin nedeni olarak bile Mustafa Kemal’i göstermeye çalışanlar var.

Emin olun 1838’den bu yana İngiliz ve İngiliz benzeri emperyalist çabalar hiç bitmedi.

Emin olun İstiklal Savaşı’nda İslam’ı da, Osmanlı’yı da, Anadolu’yu da, Anadolu’nun yerli halklarını da istismar eden İngiltere ve türevleri amaçlarından vazgeçmedi.

İstanbul işgal edildiğinde Fatih Sultan Mehmet Han’ın fetih hakkı olan Ayasofya’nın “camiye” dönüştürülmesini hazmedemeyen İngilizlerin tehditlerini, girişimlerini unuttuk.

Emin olun İstiklal savaşı olmasaydı ya da zafere yürünemeseydi Anadolu, Ayasofya yeniden “kilise” olacaktı. Unutmayın, İstanbul’a giren işgal komutanının bindiği at da beyazdı. Neden acaba?

Ama bir nokta daha var.

Evet, ne yazık ki tarihimizde “karanlık” sayfalar var. Bu karanlıklar yüzünden de sürekli birbirimize düşüyoruz. Bunda yine eski İngiliz siyaset merkezli İslami görünen hareketler, İngiliz destekli Vehhabîlik dayatmaları bulunuyor. Bunları konuşamayışımızın nedeni de halen faal olan “karanlık odaklardır.” Kadim İngiliz emperyalist rüzgârı öyle ya da böyle esiyor. Arabistanlı Lawrence unutuldu ne yazık ki. Osmanlı’yı sırtından vuran bazı Arapların, nasıl İngiliz kuklaları olduğunu hala anlayamadık. Bugün ister “katar” olsun ister “katmayan” ama tüm Arap devletlerinin önce Türkiye’den özür dilemeleri gereklidir. Kendilerini korumaya gelen dindaş Osmanlı askerlerini şehit etmelerini onlar hatırlamıyor olabilir ama tarih kayıtlarına çoktan geçirmiş.

Size eski yazılarımdan bazı linkler de vereceğim. Okumanızı ve düşüncenizi lütfetmenizi diliyorum. Anadolu yeterince acı yaşadı, birliği bozuldu, aklı karıştı. Buna izin vermemiz gerekiyor. Anadolumuz öylesine kutsal bir bölge ki, kendisine sevgiyle yaklaşanları yaşatır, haince basanları kahreder!

https://hasantahsink.blogspot.com/2020/03/izmirde-asirlik-milli-fukaralik.html

https://hasantahsink.blogspot.com/2019/10/siz-hic-arka-sirada-yasadiniz-mi.html

https://hasantahsink.blogspot.com/2019/09/eylulde-izmirde-izmirli-olmak.html

https://hasantahsink.blogspot.com/2017/10/bir-karis-fazla-simendifer-ya-da.html


Hasan Tahsin Kocabaş



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İÇİME SİNMİYOR, RAHAT DEĞİLİM!

  Bir ay sonra bugün “her şey bitmiş” olacak… Kim “Cumhurbaşkanı” kimler “milletvekili” öğreneceğiz. 14 Mayıs Pazar günü de umarım “demokr...