#Tarih öyle bir bilim dalı ki bir kez “yanlış” gözle baktınız mı, sonuç da hiç iyi olmuyor. Tarih, oldukça dinamiktir aslında. Kişiler, olaylar hep “geçmişte de kalsa” sonuçları hep gelecekte yaşanıyor. Belki onun için insanlık, yaşarken daima kaydetmiş.
Yazmış, çizmiş, konuşmuş; ama, kaydetmiş.
İster duvar ister tomar, ister
kaset, ister anı, ister resim, fotoğraf veya görüntü; ama kayıt etmiş ve
bırakmış geleceğe.
“Gelecek” dediğimiz de, mesela
“bugün” işte. Bizim için “gelecek” ise “yarın”.
Yarınlarda biz yaşıyor olmasak
da, kuşaklar bugün kayıt ettiklerimizi bulacak ve mutlaka ilgilerini çekecek.
Normali bu.
Bir de “anormali” var işin.
İşin içine sığ siyaset, şeytani beklentiler girince, kayıtları bulanlar ya
tahrip edebiliyor ya da unutturuyor bir şekilde. Hatırlanmasın, merak edilmesin
diye de her türlü kumpası çeviriyor. Örneğin, suyun başında olanlar “popüler”
ve günü birlik yaşamayı yani cehaleti pompalıyor. Sonra bir bakıyorsunuz “hainler
kahraman, kahramanlar hain”!
2020 yılını yaşıyoruz.
Tanıdığımız çok değerli tarihçiler var, gazeteciler var, siyasetçiler var.
Dikkat edin, son 20 yıldır sanki “tarih”, herkesin “işine göre “kullandığı”
alan oldu.
Doğru mu?
Asla ve asla!
Çünkü tarih “tekliğinde
değerlendirilecek” bir alandır. Yani, asırlar önce olmuş bir hadiseyi siz,
günümüz bakış açılarıyla yorumlayamazsınız. Yorumlar doğru olmaz. Tarihteki her
olayın, kendi dönem şartlarındaki özellikleri vardır. İster bir fetih, ister
bir savaş hatta barış anlaşması, ister işgal ya da katliam, kıyım, isterse
ekonomik bir faaliyet, ne olursa olsun önce, kendi döneminin tüm şartlarıyla
anlaşılması gerekir. Ve tarihte yaşamış kim olursa olsun, dönemini bitirip
hayattan ayrıldığında, taraftar bulup bulmamasının onun için önemi yoktur. Tarihte
yaşamış aktörlerin birinden yana olup diğerine karşı olmak, bir faydadan çok
zarar getirir.
Ama işin içine günlük siyasi
ya da ekonomik beklentiler girerse veya tarihte olmuş bitmiş bir olayın,
günümüzde bilinmesinin “siyaseten” karşılığı zararlı görülüp unutturulursa,
tarihte karanlık kısımlar oluşur ki, geçen asırlar, tarihini karatmış
toplumların pek huzur bulamadıklarını gösterir.
Şimdi size içinde mümkün
olduğunca “isimlerin” olmadığı “olay hatırlatmaları” yapacağım. Çünkü özellikle
Ayasofya konusundaki bazı söylemler ve bu söylemlerin vardığı başka söylemler
tarihi tahrip etmekten başka işe yaramıyor. Sadece huzur
kaçırıyor, birliği tehdit ediyor. İnanın huzuru kaçıranlar ya da birliğe tehdit
oluşturanların da “huzur” içinde olduklarını sanmıyorum.
Osmanlı Devleti ya da
İmparatorluğu.
Tarih sahnesine çıktığı dönem
13. asrın sonudur. Önce beylik, sonra devlet ve imparatorluk olmuş. Belli bir
döneme kadar attığı her adımdan ders çıkarıp devlet toplum hanesine başarıyla
eklemiş bir oluşum. İstanbul’un fethi sonrası, köhne denilen Bizans’ın bazı devlet
özelliklerini de bünyesine alıp, fütuhat inancıyla gözünü Katolik alemin
kalbine dikmiş bir devlet.
İslam referansını, belli bir
döneme kadar “barış, kardeşlik, birliktelik, hoşgörü” anlamında değerlendirmiş.
Fethettiği farklı kültür ve inançlara zulmetmemiş, özgürlük vermiş ve ortak
ekonomisinde özel bir yere de oturtmuş. Fethettiği yerlerde hiçbir kültürü yok
etmemiş. Açık söyleyelim ki, eğer isteseydi yok ederdi ve bugün ne
Ortodoksluk ne Sırplık ne Araplık ne Bulgar vs. olmazdı. Kılıç zoruyla her yeri
değiştirirdi. Aynen bugün ABD’nin “yok ettiği” Kızılderili kültürünü sadece
konuştuğumuz gibi. Bu örnekleri çoğaltmak da mümkündür. Ama çağdaşlarına
göre Osmanlı’nın bakış açısının ne kadar farklı ve insani olduğunu reddedemeyiz.
Ki olayları dönemin şartlarına göre değerlendirebilirsek.
Ama asırlar geçmiş, şartlar ve
dönemler değişmiş, bakış açıları farklılaşmış. 17. asırda özellikle de 1699
Karlofça Antlaşmasıyla o kocaman devlet adına “duraklama” denen döneme
girmiş. Neden girmiş, nasıl girmiş, iç ve dış nedenler neymiş bunlara
girmeyeceğim. İstiyorum ki okuyucularım merak etsin ve araştırsın.
1774’te mesela bir Küçük
Kaynarca antlaşması yapmış Osmanlı Devletimiz. Bugün bizim için
öyle sinir bozucu bir antlaşma ki, devletimiz Karadeniz üzerindeki gücünü, hakimiyetini
kaybetmiş. Bir de üstüne Rusya’ya ayrıcalıklar (kapitülasyon) vermiş. Ve
ilk kez savaş tazminatı ödemiş.
Yani o kudretli, hoşgörülü
koca dev, tarih sahnesinde sarsılıyormuş. Acaba neden? Bunu sadece “başarısız
yöneticiler” ya da “hainler” açıklamasıyla yapabilir miyiz? Bu haksızlık olur.
17. ve 18. asırlardaki evrensel değişimleri, yenilikleri, Osmanlı’nın bu evrensel
değişime yaklaşımını değerlendirmeyecek miyiz?
Sonra 1826 tarihi var
mesela. O muhteşem “Yeniçeri Ocağı” kapatılıyor. Ne dehşetli günler İstanbul’da…
Araştırın görün o dehşet günlerini. Neden peki? Çünkü köhneleşmiş Yeniçeri
ruhu. Devlete kafa tutan, kelle alanı haraç salan bir ucube çete gibi olmuş.
Bir “yenilik” gerekmiş. Ve “gereği de” kanlı da olsa yapılmış. Bugün caddelerde
“törensel” yürüyen “Mehteran’ı” bir de 1800’ler koşullarında düşünün. O
caddelerde, törenlerde yürüyenlerin karşılığı “kudretli” yıllardır değil mi?
Ama Yeniçeri Ocağının tarihe
karışması yetmemiş sürecin sorunlarına. Yeni ordu teşkilatı mı, ekonomi mi
acaba 1829’da Yunanistan’a “bağımsızlık” tanınmasına neden olan?
Bugünkü ordunun da temeli olan
Harbiye kurulmuş 1834’te.
“Duraklama” dedik ya? Hızla devam
etmiş.
1800’lerde acaba Batıda,
Avrupa’da, Mısır’da, Balkanlarda, Anadolu’da, Ege’de falan, neler olmuş? Neler
olmuş ve Osmanlı Devleti bu olan bitene ne eylemiş?
Öyle ya da böyle, takvimler
1838’i gösterdiğinde olan olmuş.
Üzerinde “güneş” batmayan bir
yeni devlet yumruğunu göstermiş. Adı İngiltere.
Hani “melek yüzlü şeytan”.
Devlet güç kaynağının “ekonomi”
olduğunu tespit etmiş, “fütuhat” devri yerini kanlı, üçkağıtçı emperyalist
şeytanlığa bırakmış. O, fethettiği yerlere adalet, özgürlük, refah götüren koca
yürekli Osmanlı’ya öyle bir musallat olmuş ki… Balta Limanı Antlaşması’na imza
attırmış. 1838 Balta Limanı Antlaşmasıyla Osmanlı; ekonomisini, sanayisini
ciddi bir çöküşe teslim etmiş.
Ardından “Hayriye mi” yoksa
“Şerriye mi” tartışılır, 1839 Tanzimat Fermanı. Hazırlayanların
gerçekten ne düşündüğünü bilemem ama, devrin genel değişimlerini yorumlayıp,
devleti “kurtaracak” idari, askeri ve ekonomik reformlar düşündükleri net. Lakin
nasıl olacaktı ki “kurtuluş”?
Onca “kapitülasyon” ile nasıl
yaşatacaksın “bağımsızlık” ruhunu?
Osmanlı’da “birileri” uğraşmış
aslında “kurtulmayı” … Yetmemiş çabalar. 1856 yılında da bir
ferman daha çıkmış. Adına da “Islahat” demişler. O asırlarca ayrı farklı
görülmeyen farklı inanç toplumlarına “büyük” haklar vermişler. Burada “İngiltere”
etkisi olduğunu, İngiltere’nin derdinin de “halklara özgürlük” olmadığını
söylememe gerek var mı? Tıpkı daha sonraki asırlarda ABD’nin Irak’a “demokrasi”
götürmesi gibi bir şey.
Hemen bir olay da aktarayım
size:
"22 Eylül 1857’de
İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Lord Stratford İzmir-Aydın Demiryolunu’nun
başlangıcını oluşturacak Punta (Alsancak) Garı’nın temel atma töreninde yaptığı
konuşmada şöyle diyordu: “Bu demiryolunun, sanayi ürünlerimizin Türkiye’ye
girişini kolaylaştıracak faydalı bir sermaye yatırımı olacağı kanısındayız.
Hepimizin bildiği gibi, Osmanlı’nın yeniden canlandırılmasında, Avrupa’nın her
zamankinden daha çok çıkarı vardır. Batı uygarlığı Levant kapılarına geldi,
dayandı. Şimdiye dek geçmeyi başaramadığımız bu kapılar, artık ardına dek açılacaktır.
Açılmazsa, kendi çıkarlarımız doğrultusunda, zor kullanarak bu kapıları açacak
ve isteklerimizi kabul ettirecek güce, hatta daha fazlasına sahip olduğumuzu herkesin
bilmesini isterim. Anadolu’nun damarlarına yeni ve taze kan aşılayacak olan bu
demiryolu gibi üretken girişimleri desteklemek, İngiltere Hükümeti’nin başta gelen
görevidir.”
Ne diyorsunuz bu satırlara?
Böylesine küstahça konuşan bir diplomatın, görevli olduğu toprakların sahibince
tepki görüp görmediğini bilmiyoruz. Ama bu küstah diplomatın güç aldığı ne
olabilir? O sınırsız Kapitülasyonlar olabilir mi? Tarihe de dikkat 1857!
Ha o da var tabii, tarihte
aktörler değişir ama “amaçlar” değişmez. Aktörlerle amaçların farklılık gösterdiği
belki de tek ülke Türkiye galiba?
Yıllar geçmiş, dünyada “farklı
eğilimler” baş göstermiş ama Osmanlı Devleti bir türlü, ne yaptıysa süreci
lehine çevirememiş. İçinden bazıları çıkmış “yeni yöntemler” önermiş de, belki
de ekonomik özgürlüğünü kaybettiğinden devlet, bu yöntemlerden de umduğunu bulamamış.
Çünkü “en mahrem kanallarına bile sızmış yabancılar”. Belki de göremediği
buymuş.
1876’da Meşrutiyet’e geçmiş mutlakıyetten.
Anayasa yayınlamış. Hemen ardında da uğruna ağıtlar yakılan meşhur “93
Harbi”. Ruslarla tutuşulan o müthiş savaş. 1877-1878 ve ardından Payitahtın
burnunun dibinde, Ayastefanos’ta, Berlin’de antlaşmalar.
Ve kahramanlıklara rağmen
dehşet kayıplar. Romanya’ya, Sırbistan’a, Karadağ’a “bağımsızlık” haklarının
tanınması, Kars, Ardahan ve Batum’un Ruslar’a teslimi.
Hep merak ederim. Örneğin
Sırplar, asırlarca kültürlerini özgürce yaşamalarına izin veren Osmanlı’ya
nasıl böyle “düşman” olabildiler? Üstelik Padişah şehit etmelerine rağmen? Ve
bu toplumlar “bir yerlerden” etkilenirken Osmanlı nasıl önlem alamadı?
O günler nasıl stresli zor günlerdi
acaba. Rusların tehdidine karşı İngiltere sığınak mı görüldü? İngiltere
de “hayır için” yardım etmedi ki hiç? Hep menfaat, hep çıkar. Ve bir
bakıyoruz 1878’de Kıbrıs adası İngiltere’ye verilmiş.
Bitmemiş kederi koca devin,
ekonominin artık “tek güç” olduğunu, “kılıç üstünlüğünün de” sona erdiğini ve
hatta “tüfeğin icadıyla” hem “mertliğin” hem de “insanlığın” yerle yeksan
olduğunu ya anlamamış ya da kabul edememiş.
Gırtlağına kadar borca girmiş,
kapitülasyonların da baskısıyla elinde ne varsa gitmiş. Tarih 1881’i
gösterdiğinde Selanik’te Mustafa Kemal dünyaya gelirken, İstanbul’da da “vampir”
kod adlı Düyun-u Umumiye kurulmuş. Osmanlı Devleti kendi ekonomisini düzeltme
işini belki içi kan ağlayarak İngiltere başkanlığındaki gruba teslim etmiş. Ve
resmen “ekonomik özgürlük, bağımsızlık” sona ermiş. “Kolcular” denen bir “terörist
grup” tesis etmiş İngilizler. Tütününü, üzümünü saklayan köylüleri, Türk-Rum
demeden kurşuna dizmiş binlerce. Esasen bu tarihten sonra ne yapıldıysa
dikiş tutmamış. Tüm iyi niyetli adımlar işe yaramamış. Dirayet yer yer
gösterilse de, o “vampir” kod adlı melek yüzlü şeytanlar öyle bir sirayet etmiş
ki. Osmanlı Devleti normalde 1900’lerin en başında yıkılacakken, belki de “başka
siyasetlerin” gereği ve yine vampirlerin desteğiyle ayakta kalabilmiş.
1908 İkinci Meşrutiyet ilan
edilmiş, 33 yıllık bir iktidar yıkılmış. Yıkılmış; ama, başta İngiltere
olmak üzere tüm “güçler” yerlerinden kıpırdamamış bile. 1908’de Bulgaristan da “bağımsız”
oluvermiş. Aynı yıl Bosna-Hersek de bir güzel Avusturya-Macaristan tarafından “ilhak”
edilmiş.
13 Nisan 1909’da tarihe “31
Mart Olayı” diye geçen (31 Mart 1325) hadise yaşanmış. O hadiseyi bile bugün “net
olarak” bilemiyoruz. Çünkü 1909’u, 2020 gözüyle anlama hatasına düşüyoruz. Bir
kısım “Hareket Ordusu’nu özgürlük nedeni” görürken diğer bir grup “olayları da
planlayan bir askeri darbe” olarak görüyor. Ben bu tartışmaya girmem tabi ki. Fakat
bu olay bile “huzuru” sağlamamış esasen. 1909 sonrası “çorap söküğü” gibi yaşanmış.
1909 ile 1913 arası huzur var
mı?
Ne gezer? Çabalar olsa da
sonuç hep aleyhte. Özellikle İngiltere “sopayı” sürekli göstererek istediğini
yaptırıyor Osmanlı’ya.
1911’de ise Afrika’daki son
toprak Libya İtalya’nın oluyor.
Osmanlının derdi bir değil ki…
Sadece İngiltere de değil. İngiltere kendi gibi tüm Avrupa’yı sürüklüyor
peşinden Osmanlı’nın kanını emmeye.
1912’de Arnavutluk da “bağımsız”
oluyor ve ardından da iki tane Balkan Savaşı. Bu savaşlarda Edirne, geri
alınıyor ama hakikat değişmiyor.
Ve 1913 bir “kırılma”.
1913’te Bab-ı Ali’ye bir
baskın yapıyor “İttihat Terakki” … Bu kez “kurtarıcı” İttihatçılar oluyor. Ama
kurtulacağına daha da batıyor, adeta bitkisel hayata giriyor Osmanlı. Nasıl
oluyor, neden oluyor bir yana vampir İngiltere ile değil “yeni yetme vampir
Almanya” ile “iş tutuyor” İttihatçılar.
Ve Birinci Dünya savaşı.
1914-1918.
Anadolu’nun “Mehmetleri” nasıl
yiğitçe savaşıyor. Ama onca kahramanlık, zafer işe yaramıyor. Hele 1915
Çanakkale ve Kût'ül-Amâre'ye rağmen, başka zaferlere rağmen ittifaklarımızın
yenilgisi, Osmanlı’nın da yenilgisi kabul ediliyor.
Burada bir düşüncemi yazmak zorundayım.
İlginçtir, Osmanlı İngiltere’ye karşı Almanya ile birleştiyse de İngiltere,
Osmanlı’dan hiç vazgeçmiyor. Savaş sırasında Osmanlı’da yaşayan İngilizlerin
ekonomik güçlerinden midir bilinmez, Osmanlı topraklarındaki İngilizler “hiç
vazgeçmiyor”. Hem Almanya hem İngiltere öyle çok çalışıyorlar ki, asırlardır
komşu olan Osmanlılar, bir anda kanlı bıçaklı oluyor. Türklerle Rumlar,
Ermeniler öylesine “düşman” oluyorlar ki, izleri bugün de silinemiyor. Fakat acıdır
ne İngilizlerin vadettiği özgürlük yaşanıyor ne de iyi komşuluklara dönülebiliniyor bir daha!
Savaş bitiyor ve 30 Ekim
1918’de Mondros’ta “pes” ediyor Koca Dev. Ama artık “Koca” değil “Hasta Dev”.
Savaşın sonunda “Almancılar” kaçıyor, ama içerideki İngilizciler yeniden
devreye giriyor. İşgaller, el koymalar, yeni haritalar derken o Çanakkale’deki “zafer
ruhu” kalkıyor ayağa. “Ya İstiklal ya Ölüm” diyor. Düyun-u Umumiye ile
doğan, doğduğu toprağın savaşsız teslimiyle yüreği acıyan bir Osmanlı Generali “Harb-i
İstiklalin” düğmesine basıyor.
İstiklal mücadelesi 9 Eylül
1922’ye kadar devam ediyor ve 1838’den beri “kurtulmak” için çabalar harcayan
ama her defasında da “emperyalizmin bataklığına” saplanan Anadolu, yeniden
bağımsız ve özgür oluyor.
Burada söylemem lazım ki, İstiklal
Savaşı sırasında artık sadece “sembol” olan Osmanlı Devleti, İstiklal Savaşı’nı
değil, İngiltere’yi tutuyor. Damat Feritler, Ali Kemaller, Sait Mollalar
ve tek başına İngiliz Muhipler Cemiyeti, Anadolu’yu elden kaçırmamak için ne
kadar namert yöntem varsa kullanıyor. İstiklal Savaşı ve kadrosu ile ilgili
ölüm fetvaları, iç isyanlar, ajan faaliyetleri hiç durmuyor. Aslında zaten 1881’de
Düyun-u Umumiye ile çökmüş olan devlet, 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren TBMM
Ordusu tarafından reddediliyor. 29 Ekim 1923’te de yeni devlet Türkiye
Cumhuriyeti olarak kayda giriyor.
Eğer lütfedip buraya kadar
okuduysanız, tarih ve olaylar dışında durmadığımı görmüşsünüzdür.
Aslında başka olaylar da var
ama ben bu sıralamayı tercih edip, siz de araştırma merakı yaratmayı amaçladım.
Osmanlı Devleti aslında yıkıldığında
“Cumhuriyeti kuranlar” hayatta bile değildi. 1856’da İzmir’de küstahça konuşan
İngiliz Sefiri, Mustafa Kemal Atatürk diye birinin doğup da, devlet kuracağını
tahmin bile etmiyordu. Harbiye 1834’de kurulduğunda da Mustafa Kemal yoktu.
Ama bakıyorum da, nereyse
Viyana kapılarından dönmemizin nedeni olarak bile Mustafa Kemal’i göstermeye çalışanlar
var.
Emin olun 1838’den bu yana
İngiliz ve İngiliz benzeri emperyalist çabalar hiç bitmedi.
Emin olun İstiklal Savaşı’nda İslam’ı
da, Osmanlı’yı da, Anadolu’yu da, Anadolu’nun yerli halklarını da istismar eden
İngiltere ve türevleri amaçlarından vazgeçmedi.
İstanbul işgal edildiğinde Fatih
Sultan Mehmet Han’ın fetih hakkı olan Ayasofya’nın “camiye” dönüştürülmesini
hazmedemeyen İngilizlerin tehditlerini, girişimlerini unuttuk.
Emin olun İstiklal savaşı
olmasaydı ya da zafere yürünemeseydi Anadolu, Ayasofya yeniden “kilise”
olacaktı. Unutmayın, İstanbul’a giren işgal komutanının bindiği at da beyazdı.
Neden acaba?
Ama bir nokta daha var.
Evet, ne yazık ki tarihimizde “karanlık”
sayfalar var. Bu karanlıklar yüzünden de sürekli birbirimize düşüyoruz. Bunda
yine eski İngiliz siyaset merkezli İslami görünen hareketler, İngiliz destekli Vehhabîlik
dayatmaları bulunuyor. Bunları konuşamayışımızın nedeni de halen faal olan “karanlık
odaklardır.” Kadim İngiliz emperyalist rüzgârı öyle ya da böyle esiyor. Arabistanlı
Lawrence unutuldu ne yazık ki. Osmanlı’yı sırtından vuran bazı Arapların, nasıl
İngiliz kuklaları olduğunu hala anlayamadık. Bugün ister “katar” olsun ister “katmayan”
ama tüm Arap devletlerinin önce Türkiye’den özür dilemeleri gereklidir. Kendilerini
korumaya gelen dindaş Osmanlı askerlerini şehit etmelerini onlar hatırlamıyor
olabilir ama tarih kayıtlarına çoktan geçirmiş.
Size eski yazılarımdan bazı linkler
de vereceğim. Okumanızı ve düşüncenizi lütfetmenizi diliyorum. Anadolu
yeterince acı yaşadı, birliği bozuldu, aklı karıştı. Buna izin vermemiz
gerekiyor. Anadolumuz öylesine kutsal bir bölge ki, kendisine sevgiyle
yaklaşanları yaşatır, haince basanları kahreder!
https://hasantahsink.blogspot.com/2020/03/izmirde-asirlik-milli-fukaralik.html
https://hasantahsink.blogspot.com/2019/10/siz-hic-arka-sirada-yasadiniz-mi.html
https://hasantahsink.blogspot.com/2019/09/eylulde-izmirde-izmirli-olmak.html
https://hasantahsink.blogspot.com/2017/10/bir-karis-fazla-simendifer-ya-da.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder