Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

22 Temmuz 2025 Salı

“MEDYALAŞAN” BASINDA Kutlanamayan Bir Bayramın Anatomisi

 

24 Temmuz 1908 (İkinci Meşrutiyet'in İlanı) 

Aslında "sansürü" kaldırmak için "yeni sansürlerin" olacağı sürecin başlangıcıdır bu tarih. Zira bu güya çok sonra "bayram" olan tarihten bir yıl sonra Galata Köprüsü üzerinde bir "Gazeteci"  ensesinden kurşunlanmıştır

Ama "Küçük Amerika olacağız vaadiyle" çok partili devre memleketi sokanlar 1950'lerde, adına "Basın Bayramı" denilen ama artık utançla "Basın Özgürlüğü için Mücadele Günü"ne dönen bir garip tarihin yıl dönümü.

Sansürün kaldırıldığı söylenen o 1908 sabahından bugüne tam 116 yıl geçmiş. Peki, gerçekten kaldırıldı mı sansür?

Yoksa sadece şekil mi değiştirdi? 

Peki 1908’den bugüne “Basın” hep özgür mü yaşadı, yaşattı!

Haydi canım ya “basının” bile isteye “medyalaşması”? Hayatında bir gün bile “muhabirlik” yapmayanların “gazeteciyim” demeleri?

Osmanlı’da sansür memurlarının gazetelerin dizgi hanelerinden kovulmasıyla başlayan o umut dolu günün, bugün “dijital parmaklıklarla” kuşatılmış “gazetecilik” ortamına döneceğini kim tahmin edebilirdi?

O gün içeri alınmayan “sansür memurları”, bugün “editör” koltuğuna oturmuş durumda. Patronlar ise sansürün yeni kılıfı: "Reklam gelirleri", "Holding dengeleri", "Siyasi çıkarlar" ve “Belediye ilanları” ... 

Ve bunların kaygısıyla, aşağılıkça geliştirilmiş, anlamından uzak “oto kontrol” faşizmi!

“Muhabirlik” yapmayana “omuzunda kamera” olmayana “gazeteci” denir mi? 

Artık denir. Çünkü basının medyalaşması, sermayenin el atmasıyla başladı.

“Gazeteci” olmayan arsız sermayenin “gazete, TV sahibi” olmasını hedefleyen 12 Eylül ve ardından gelen “tonton” faşizmi, bunu başardı.

Bugün kabzımallardan genel yayın yönetmeni de oluyor, kebapçılardan “gazeteci de”! 

Hatta sadece “basın danışmanlığı” ve “köşe yazısı” yazanlar gazetecilerin “örgütlerinde” idareci dahi olabiliyor. Olmak ne kelime güya “gazetecinin özgürlüğü” için “haykırırken” kendi çevresinde “muhalif meslektaşını” boğabiliyor!   

Basının özgür olmadığı bir ülkede; gerçeğin, hakkın ve halkın sesi nasıl duyulur? 

Bugün duyulmuyor zaten.

Duyulmaz!  

Zira artık ses değil “izinli uğultular” duyuluyor. 

“Gazeteci” denilen kişi, artık haberin değil, patronunun PR metinlerinin kuryesi.

Hakikat” yerine “manipülasyon”, “belge” yerine “dedikodu”, “objektiflik” yerine “yandaşlık” fışkırıyor manşetlerden. 

Ama bu “yandaşlık” sözcüğünü sakın sadece mevcut AK Parti Hükümetlerine yönelik düşünmeyin. Bu “yandaşlıklar” artık CHP’li yerel iktidarlara  da mide bulandırıcı düzeyde yapılabiliyor.  

Bir sütun “ilana” meslektaş canı almak helalden sayılıyor. “Basın dostluğu” yerine “medya rekabeti” meslektaşı meslektaşa kırdırıyor. Cemiyet ve örgütler de sadece bu işe yarıyor.  

Birileri bugün çıkıp hâlâ “Basın özgürdür!” diyorsa, sormak gerek:

— Hangi “basın”?

— Her sayfası patronunun cirosuna göre ayarlanan mı?

— Maaş bordrosunu “lobilerden” ya da “Avrupa vakıflarından” alanlar mı?

—Sendikasızlaştırılmış, itibarsızlaştırılmış, sansürlenmiş gazetecilerle dolu olan mı?

Bugün Türkiye'de de İzmir’de de gazetecilik” 

Her adımda bir tehdit, her haberde bir dava, her eleştiride bir gözdağı hatta sadece “gazeteci” de değil “ailesi de” hedeftir!

Ve bu karanlık tabloda asıl ironik olan şu:

"Basın Bayramı" dendiği anda, gerçekten “bayram” edilmesi gereken şeyin ne olduğunu unuttuk. 1908 Meşrutiyet’inin “sansürü” kaldırdığı “24 Temmuz’un” Cumhuriyet’e geçmiş Türkiye’de, neden 1950’de “bayram” ilan edildiğini de anlamıyoruz. Üstelik bugün hem 24 Temmuz 1908'i "Basın Bayramı" kabul edip hem de bu tarihi yaşatanların bir yıl sonra kıydığı Hasan Fehmi'yi anmak da var... 



Cehalet mi duyarsızlık mı anlaşılmaz yani! Hem İttihatçıları alkışla, hem fedailerin kıydığı canları an hem de Atatürk'ü "lider" kabul et! 

Öte yandan 1940’lar, 50’ler, 60’lar, 70’ler hep “sansür dolu” yer yer. “Sansürün” sermaye odaklı “otokontrol” oluşu ise 1980 darbesi sonrası.   

Özel TV’lerin açılması süreci, özel radyoların bir açılıp bir kapatılması, yerel TV’lerin güçlenip sonra da “Bizans” oyunlarına kurbanı, cemiyetlerin “basın ahlakı dışında siyasallaşması”, “gazeteci zengin olmaz” anlayışının yerine “zengin olmak için gazetecilik şart” ahlaksızlığının tesisi, basın patronlarının “önce kâr” prensibiyle “makyevelist” hamleleri,  “sarı basın kartlarının” gazeteci dışında “herkese “verilebilmesi, üniversitelerin “iletişim fakültelerinde” uygulamasız gazeteci yetiştirme” komedisi nedir sizce?

Oysa “bayramlar”; özgürlüğün, hakkın, emeğin, birlikteliğin günleridir.

Peki bugün, hangi özgürlük, hangi hak, hangi birliktelik kaldı?

24 Temmuz hatta 10 Ocak da artık birer utanç günleridir! 

Özeleştiri dahi yapmaktan kaçan tüccarlar, basını medyalaştıran lobiler ve maşaları utanmadan, "özgürlük" diye de bağırabilmektedir! 

Bir gazetecinin "özgürüm" diyebilmesi için “patronundan” değil halktan güç alması gerekir.

Bugün halk suskun, “basın” ölmüş “medya” kiralık, “gazetecilik” ise “gazeteci” dışında “herkesin” yapabileceği bir pespayeliğe dönmüş!

Tüm bu düşüncelerime rağmen umudum sönmedi! 

Bugün örgütler işgal edilmiş olabilir ama her “gazeteci” bir “örgüttür”. Mesele sadece "kıvılcımdır"! 

Ve gerçek gazetecilik, sansürle değil; cesaretle, halkla, gerçekle yapılır.



13 Temmuz 2025 Pazar

ANLAYAN, ANLATSIN “BARIŞ” NEREDE?

 


Daha yeni "yok yere" 12 şehidimizi toprağa verdik. 

Peki bu şehadetler nasıl ve kimler tarafından gerçekleştirildi? İnternette failler büyük başarıymış gibi, bir kazanın içine attıkları “keleşlerle” zaten fotoğraf verdiler değil mi? 

Başlarına büyük ödüller konulmuş "teröristler de" bir güzel palaskalarını çıkardı, tüfeklerini o kazana attı ve geldikleri yoldan çekip gittiler.

Kimiz biz? 

Burası neresi? 

Ne oluyor? 

Varsa “anlayan” ve “içine sindiren” bana da söylesin. 

Zira söylemler de yorumlar da bana “yapay” geliyor. Dinleyenlerin hafızalarını ve hatta o mağarada can veren şehitleri yok sayarcasına geliyor.

Ortada bir “savaş” varsa ve savaşın bir tarafı Türkler diğer tarafı Kürtler ise, peki bu daha önce söylendi mi? 

Bu “savaşa” neden olan “gerçekler” gerçekten masaya yatırıldı mı? 

Yoksa “gerçekler” rafa kaldırılıp, dayatmalar mı “gerçek” kabul edildi?

Nasıl bir zamandan ve belki de “ilahi imtihandan” geçiyoruz? Tarihin bazı safhalarında “ak” ile “kara” ve “sap” ile “saman” karışmış, karıştırılmıştı, tamam da bu kadar “kör göze parmak” olmamıştı.

Sonda söyleyeceğimi şimdi söyleyim “gördüğümüz inanın görünen değil, duyduğumuz da inanın söylenen” değil.

Havada “başka bir şeyler” var!

Haydi devam edelim şimdi.

Neyin nesi bu “PKK”?

Örgüt, 1978'de Abdullah Öcalan tarafından Diyarbakır, Lice’de kuruldu. Başlangıçta Marksist-Leninist bir çizgide, “bağımsız Kürdistan” hedefliyordu.1980 sonrası Suriye, Lübnan ve Kuzey Irak’ta kamplar kurarak silahlı eğitim aldı ve alırken de dünya emperyalizmden destek buldu. ABD, Fransa, İtalya, Yunanistan gibi…

Tarih: 15 Ağustos 1984  

Yer: Siirt'in Eruh ilçesi ve Hakkâri'nin Şemdinli ilçesi.

PKK (Kürdistan İşçi Partisi), silahlı militanlarıyla eş zamanlı olarak karakol ve emniyet noktalarına baskın düzenledi. 

Peki neden? 

Amaç, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı silahlı “halk savaşı” başlattığını ilan etmekti. 1 asker şehit oldu, vatandaşlar yaralandı. Bu olay Türkiye'de ilk defa PKK’nın adının duyulmasına neden oldu.

1980’LER – 1990’LAR

1987-1992 arası özellikle Güneydoğu Anadolu’da köy baskınları, mayınlı saldırılar, şehirlerde suikastlar yoğunlaştı. 1990’larda PKK, TSK ve korucularla yoğun “gerilla” savaşına girdi. Binlerce asker, polis ve sivil hayatını kaybetti. Devlet “Olağanüstü Hal (OHAL)” uygulandı, köy boşaltmaları, koruculuk sistemi genişledi. Doğru amaçla büyük yanlışların kapıları da ne yazık ki açıldı.

“Uluslararası güçler” 1999 yılında, bir anda “karar değiştirip” ABD’nin desteğiyle Öcalan’ın derdest edilmesini sağladı. 15 Şubat 1999’da Kenya’da Nairobi Havalimanı’nda Abdullah Öcalan, MİT operasyonuyla yakalanarak Türkiye’ye getirildi. İmralı Cezaevi’ne konuldu ve müebbet hapse mahkûm edildi.

PKK kurucusunun yakalanması üzerine 1999’da "tek taraflı ateşkes" ilan etti ve güçlerini Irak’a çekti. Ama “ateşkes” aldatmacaydı ve örgüt için sadece “zaman kazanıp derlenip toparlanma” süreci anlamına geliyordu.

2004’e gelindiğinde “ateşkes” bozuldu ve örgüt “terörüne2004’te yeniden başladı. 

2009 yılında ise yine bir “sürpriz gelişme” gündeme düştü. “Demokratik Açılım, Çözüm Süreci” adıyla yeni bir yola girildi. 

Diyarbakır’da “Habur Olayı” adıyla hafızalardan silinmeyecek ve devletin, devlet olma görüntüsüne zarar verecek anlar yaşandı. Haklı ulusal tepkiler yüzünden bu “garip süreç” sekteye uğradı.

Sadece 4 yıl sonra bir adım da örgüt lideri tarafından atıldı. 2013 yılı Nevruz’unda Öcalan “silahlar sussun, siyaset konuşsun” mesajı verdi. Ardından 2015’te “Dolmabahçe Mutabakatı” ile süreç somutlaşmak üzereydi ama, olmadı, olamadı yine!

PKK destekli HDP’nin 7 Haziran seçimleri sonrası yükselişi sonrasında çatışmalar başladı. Ardından örgüt, bazı kentlerde “öz yönetim” ilan etti, hendek ve barikatlarla şehir savaşları başladı. Devlet bu bölgelerde sert askeri müdahale başlattı (Sur, Cizre, Silopi operasyonları). 

Tüm bu olaylarda olan yine Türk, Kürt demeden yurttaşlara oldu!

Peki “bugünlerde” neler oluyor, yeniden “sorun” çıkar mı? Yoksa içinde “halkın” olmadığı “taraflar”, başka “çalıp” başka mı “oynuyor?

2020’den itibaren bölge konjonktüründe PKK, Irak ve Suriye'deki varlığıyla bölgesel aktör haline geldi. Yurt içi etkinliği azaldı, TSK’nın sınır ötesi operasyonları (Pençe, Kapan serileri) etkili oldu. DEM Parti’nin meşru siyaset kanalı olarak öne çıkması, örgütle arasındaki bağlar tartışma konusu haline de geldi.

2025 Temmuz’unda, PKK’nın sembolik “silah bırakma” açıklamasıyla, belki de 40 yıllık silahlı mücadelenin kapanışı gündeme geldi. 

Süreçle ilgili bir şeffaflık yok ne yazık ki, sadece “muktedirler” konuşuyor ve biz halkın her dediklerine inanmamız bekleniyor.

Oysa 1984 Eruh-Şemdinli saldırıları, sadece birkaç askerin değil, bir ülkenin 40 yıllık gündeminin değiştiği milattır. Bu süreçte 40 binden fazla insan hayatını kaybetti. Milyonlarca yurttaş göç etmek zorunda kaldı, binlerce köy boşaltıldı. Türkiye’nin iç siyaseti, toplumsal yapısı ve dış politikası derinden etkilendi.

ÇÖZÜMSÜZ VE ASIRLIK SORUNLAR 

Peki neden böyle oluyor? 

Gündemde olmayan “başka amaçlar mı” var? Acaba “tarih” didiklense, çok partili hayata geçişimizden bugüne sosyo ekonomik süreçlerimiz yeniden masaya yatırılsa ne olur?

Kim ne derse desin “bu işin içinde başka işler” var! 

O kadar çok can yandı ki… Bu bir çırpıda unutulacak bir gerçek mi? Onca dizi film, sinema filmi, araştırma, parlamento ve meydan konuşmalar, “ip atmalar” ve her şeyden önemlisi yavrusunu kaybetmiş analar babalarla, kolsuz, bacaksız kalmış onca “gazinin” içi nasıl soğur ki?

Ya “şehitlikler” ve o mezar taşlarında yazanlar?

Hani “barış” deniyor ya? Sanki “savaş” varmış da… 

Kahpe terörün” adı “savaş” olmuş da… 

Hani “Türk’le Kürt” savaşıyor muş da? 

Peki “Türk ve Kürt” 40 yıldır savaşıyorsa, onca Kürt arkadaşım nasıl oldu? Hangi Kürt, zengin olmak, mevki makam sahibi olmak istedi de “olamadı”? Bugün genel siyasette, devlet ve orduda, polis ve sağlıkta Kürt soylu yok mu? Odalarda, akademide, pazarda yok mu?

Hem “Kürt sorunu yok, terör sorunu var” diyeceksiniz hem de “terör" sorununun çözümünde "muhatap" olarak Kürt yurttaşları alacaksınız, anlayan var mı?

Şimdi söyleyin bana iktidar ve ortaklarının muhatabı kimler? Türkler mi Kürtler mi?

Peki asırlardır oynanan “oyunlar” ne olacak?

Köy Enstitüleri’ni kapatanlar sonradan belli ki, “terörün” sebepleridir. 1950 sonrası Kürt yurttaşların yaşadığı Güneydoğu ve Doğu bölgesine mi “hizmet” götürülmüş, yoksa “kuldan kulluk isteyen” feodal düzenciler mi? 

Ağaların, beylerin, şıhların keyfi olsun diye “maraba sistemini” kaldırmış mı 1950 sonrası sağcı, solcu iktidarlar?  

Mezra” denen ilkel yerleşim birimlerinde yaşamayı bölge insanlarına reva görenler ne olacak?

Yıllarca devletten “işletme kredisi” alıp, bölgede fabrika, işletme kuracağına İstanbul mekanlarında "ezen" görgüsüz ağa bozuntularına” ne demeli? 

Okulsuz, hastanesiz bırakılan, gelecek düşleri kurmalarına izin verilmeyen o sessiz insanlar bizim yurttaşımız değil miydi? 

O bölgeden çıkan "siyasetçiler” neden “batıda” yatırım yaptı da doğduğu yerde yapmadı?

“Türk Kürt Kardeştir, emperyalizm ve yerli işbirlikçileri kahpe kalleştir”!

Bugün Ortadoğu yeniden şekilleniyor, hiç olmayacak şekilde İsrail, bölgede "Vadedilmiş topraklar" olarak da anılan "Arz-ı Mevud" peşinde koşuyor?

Merak ediyorum beş yıl on yıl içinde rejimler daha “federal” olup yeni bir sistem peşinde mi emperyalizm? Silahla yapamadığını, yalanla, iftirayla yapamadığını, iç savaşla, katliamlarla yapamadığını acaba “uzaktan kumandalı devletçiklerle mi” yapmayı hedefliyor “emperyalizm”!

Ortada bir “samimiyetsizlik” var ama, “perde açıldı”.

AK Parti, MHP ve DEM Parti “beraber yürümeye” karar verdi.

Aman ne mutlu! Artık “beraber yürüdük üçümüz bu yollarda” şarkısını söylerler!

20 yıl boyunca "PKK ile görüşmedik" diyenler, şimdi Kürt halkına “demokrasi”, “kardeşlik” ve “çözüm” vaazı veriyor üstelik de  “PKK ile anlaşarak”!

Ve İmralı’daki “sözde önderin” gölgesine methiyeler düzen yeni bir düzen…

Ya MHP ne diyor?

Açıkça bir şey demiyor. Ama sustuğu yerde “evet” diyor.

Çünkü “terörü bitirecek her adıma varız” bahanesiyle milliyetçiliği oportünizme rehin veriyor.

DEM Parti ne diyor?

“Bu bir ittifak değil, süreç iş birliği.”

İyi de siz yıllarca “AKP çözümsüzlüğün adresi” demediniz mi?

Şimdi hangi çözümün ortağısınız?

DEM’li Belediyelerle barış yapamayanlarla ülkeye “ne çeşit” bir barış mı gelecek?

DEM “gerçeklerde" samimi olsaydı, “silah bırakıldığında” şehitlikleri ziyaret edip karanfil bırakırdı.

DEM “samimi” olsaydı, 1924’ü değil 1950 ve sonrasını irdelerdi!

Bu sürecin adı: “Barış” değil “uzlaşma”, ama “gerçekte” kiminle, kimlerle?

“Beraber Yürüyenler” gerçekten “terörsüz Türkiye” amacında mı, yoksa son 100 yılın gerçeklerini alabora edip, “Kuvvai Milliye” ve “Atatürk” mefkuresini yok etme derdinde mi? Daha düne kadar “şafak operasyonlarıyla” derdest edilen DEM arkadaş” oldu iktidara, ama hedefte Atatürk’ün “eseri” CHP var artık! 

CHP ise kendi iç dertleriyle öylesine hemhal ki, içindeki “riyakarları” da göremiyor.

CHP’li İzmir Belediyesi bile öylesine tuhaf ki, böyle bir süreçte “100. Yıl” dokulu “anı evini” kapatıyor, “İzmirli Terör Şehitleri” için bir sergi yapacağına mesela “Mutfak Müzesi” kuruyor. Yani “bir elinde cımbız bir elinde ayna umurunda mı dünya” misali!

Bu ülkede “ilkeler” değil, “ikballer” üzerine ittifak kurulur.

Ve ne zaman iktidar zora düşse, “Kürt meselesi” masaya getirilir.

Çünkü bu masa, iktidarların can simididir.

Ama sonunda hep halk kaybeder: Türk’ü de, Kürt’ü de.

Bu bir barış değil, bir pazarlık masasıdır.

Ve halk, yine bu masada yoktur.

Yalnızca seyircidir.

Ama “tarih”, bu sürecin fotoğrafını çekti.

İsimleri, sıfatları, susanları, alkışlayanları not etti.

Ve bu millet, günü gelince sorar:

“Kimlerle yürüdünüz siz o yolları?”







10 Temmuz 2025 Perşembe

YENİ "HAYAT" ANLAYIŞI: İnsan Olduğunu Unut!

 

"Konuşsam tesiri yok, sussam gönlüm razı değil.

Zaman kötü, aktörler kötü, söylemler yalan, kırılmış hayaller, içinde adam olmayan elbiseler... "

Ve bunun adı "Hayat", öyle mi?

Oturduğumuz yerden, itiraz etmeden, 'kral çıplak" demeden izlemeye devam mı edelim alem-i cihanı?

Kardeşin kardeşe, kızın anaya, oğlanın babaya, dostun dosta "kazıklarını mı" dinlemeye, izlemeye devam edelim, uzaktan kumandalı Bizans medyasından?

Ya da adı "İzmir" olan ama İzmir'in “işgal ve imhasını” görmeyen "sözde" aydın ve "tüccar" kalemlerle mi umutlanalım gelecekten?



Ya geçmiş?

Geçmişi unutarak mı yoksa yeniden hatırlayarak güç ve moral toplayarak mı yürümeli?

Sosyal medya, telefondan ama sessiz iletişimle mi yön vereceğiz yarınlara?

Hani "kahvenin" 40 yıllık hatırı?

Hani "ekmeğin" bölüşerek lezzetlenmesi?

Hani aynı "çorbaya" kaşık sallamanın keyfi, anlamı?

Boş vermeli belki de olan bitenleri! 

Nasılsa artık “insan olmanın” farkı kalmadı “yaratılmışlar” içinde. 

Asıl olan sadece “para var” ya da “para yok”! 

Birine destek amaçlı söz mü verdininiz mesela?

Sakın tutmayın sözünüzü! 

Söz verip tutmak nedir yahu? 

“Demedim, söz vermedim” der, bir de üstüne sözü hatırlatanı “müfteri” ilan edersiniz. 

Nasıl olsa “mağdur” mağdurluğunu kanıtlamak zorunda. 

“Yok sayın” huzura erin, hatta "Cuma namazına da" gidin.

Ya da bugün “ak” dediğinize yarın “kara” demeniz mi gerekiyor? Düşünmeden deyiverin, yeter ki “akın kara” olması size "dünya nimetleri" kazandırsın. Nasıl olsa "yer" bu toplum. Mesela "halkçıyım, halkımı çok seviyorum" diye yazıp, altına da "halkın artık erişemediği" nimetleri yerken ki fotoğrafınızı iliştirin. İnanın "beğeni rekoru" kırarsınız!

Sakın eski yazarların o muhteşem eserlerini, klasik romanları, denemeleri falan okumayın...

Maazallah “öğrenirsiniz” ve hatta “insan” olduğunuzu bile hatırlarsınız da kendinizi “zindandan” önce “yapayalnızlıkta” bulursunuz.


Veya tarihteki sorunlardan ders çıkarmak mı istiyorsunuz?
      

Asla yapmayın, “tarih” geçmişte kaldı, önemli olan “gündür” ve o gün de önemli olan ne kadar çok “yalan” söylerseniz, takılacak “namertlik madalyalarıdır”!

Emin olun belki gelecekte “adınız” geçmeyecek ama, siz yaşarken "hesap" etmezsiniz en azından borçları, kredileri, azı çoku!

Neyse "mış yapın" hep...

İnanmasanız da "inanmış görünmek" kadar kârlı ne olabilir konjonktürde?

Bu yazının başında ne demiştim? 

"Söylesem tesiri yok, sussam gönlüm razı değil!"

İşte bu kadar!

Yiyin hanımlar beyler yiyin, ama merak da etmeyin sakın, "patlamazsınız"!







ŞEHREMİNİ HAZRETLERİ ŞEYTAN MI, MELEK Mİ? YOKSA…. ?

  Bir zamanlar İzmir Fuarı , Cumhuriyet’in vitrinlerinden biriydi.  Bir milletin yoksulluktan çıkıp ayağa kalkışının, üretim seferberliğinin...