24 Temmuz 1908 (İkinci Meşrutiyet'in İlanı)
Aslında "sansürü" kaldırmak için "yeni sansürlerin" olacağı sürecin başlangıcıdır bu tarih. Zira bu güya çok sonra "bayram" olan tarihten bir yıl sonra Galata Köprüsü üzerinde bir "Gazeteci" ensesinden kurşunlanmıştır.
Ama "Küçük Amerika olacağız vaadiyle" çok partili devre memleketi sokanlar 1950'lerde, adına "Basın Bayramı" denilen ama
artık utançla "Basın Özgürlüğü için Mücadele Günü"ne dönen bir garip tarihin yıl dönümü.
Sansürün kaldırıldığı söylenen o 1908 sabahından bugüne tam
116 yıl geçmiş. Peki, gerçekten kaldırıldı mı sansür?
Yoksa sadece şekil mi değiştirdi?
Peki 1908’den bugüne “Basın”
hep özgür mü yaşadı, yaşattı!
Haydi canım ya “basının” bile isteye “medyalaşması”? Hayatında
bir gün bile “muhabirlik” yapmayanların “gazeteciyim” demeleri?
Osmanlı’da sansür memurlarının gazetelerin dizgi
hanelerinden kovulmasıyla başlayan o umut dolu günün, bugün “dijital
parmaklıklarla” kuşatılmış “gazetecilik” ortamına döneceğini kim tahmin
edebilirdi?
O gün içeri alınmayan “sansür memurları”, bugün “editör” koltuğuna oturmuş durumda. Patronlar ise sansürün yeni kılıfı: "Reklam gelirleri", "Holding dengeleri", "Siyasi çıkarlar" ve “Belediye ilanları” ...
Ve bunların kaygısıyla, aşağılıkça geliştirilmiş, anlamından uzak
“oto kontrol” faşizmi!
“Muhabirlik” yapmayana “omuzunda kamera” olmayana “gazeteci” denir mi?
Artık denir. Çünkü basının medyalaşması, sermayenin el atmasıyla başladı.
“Gazeteci” olmayan arsız sermayenin “gazete, TV sahibi”
olmasını hedefleyen 12 Eylül ve ardından gelen “tonton” faşizmi, bunu başardı.
Bugün kabzımallardan genel yayın yönetmeni de oluyor, kebapçılardan “gazeteci de”!
Hatta sadece “basın danışmanlığı” ve “köşe yazısı”
yazanlar gazetecilerin “örgütlerinde” idareci dahi olabiliyor. Olmak ne kelime güya
“gazetecinin özgürlüğü” için “haykırırken” kendi çevresinde “muhalif
meslektaşını” boğabiliyor!
Basının özgür olmadığı bir ülkede; gerçeğin, hakkın ve halkın sesi nasıl duyulur?
Bugün duyulmuyor zaten.
Duyulmaz!
Zira artık ses değil “izinli uğultular” duyuluyor.
“Gazeteci” denilen kişi, artık haberin
değil, patronunun PR metinlerinin kuryesi.
“Hakikat” yerine “manipülasyon”, “belge” yerine “dedikodu”, “objektiflik” yerine “yandaşlık” fışkırıyor manşetlerden.
Ama bu “yandaşlık” sözcüğünü sakın sadece mevcut AK Parti Hükümetlerine yönelik düşünmeyin. Bu “yandaşlıklar” artık CHP’li yerel iktidarlara da mide bulandırıcı düzeyde yapılabiliyor.
Bir sütun “ilana” meslektaş canı almak
helalden sayılıyor. “Basın dostluğu”
yerine “medya rekabeti” meslektaşı meslektaşa kırdırıyor. Cemiyet ve örgütler
de sadece bu işe yarıyor.
Birileri bugün çıkıp hâlâ “Basın özgürdür!” diyorsa, sormak gerek:
— Hangi “basın”?
— Her sayfası patronunun cirosuna göre ayarlanan mı?
— Maaş bordrosunu “lobilerden” ya da “Avrupa vakıflarından” alanlar
mı?
—Sendikasızlaştırılmış, itibarsızlaştırılmış, sansürlenmiş gazetecilerle dolu olan mı?
Bugün Türkiye'de de İzmir’de de “gazetecilik”
Her adımda bir
tehdit, her haberde bir dava, her eleştiride bir gözdağı hatta sadece “gazeteci”
de değil “ailesi de” hedeftir!
Ve bu karanlık tabloda asıl ironik olan şu:
"Basın Bayramı" dendiği anda, gerçekten “bayram” edilmesi gereken şeyin ne olduğunu unuttuk. 1908 Meşrutiyet’inin “sansürü” kaldırdığı “24 Temmuz’un” Cumhuriyet’e geçmiş Türkiye’de, neden 1950’de “bayram” ilan edildiğini de anlamıyoruz. Üstelik bugün hem 24 Temmuz 1908'i "Basın Bayramı" kabul edip hem de bu tarihi yaşatanların bir yıl sonra kıydığı Hasan Fehmi'yi anmak da var...
Öte yandan 1940’lar, 50’ler, 60’lar, 70’ler hep “sansür dolu”
yer yer. “Sansürün” sermaye odaklı “otokontrol” oluşu ise 1980 darbesi sonrası.
Özel TV’lerin açılması süreci, özel radyoların bir açılıp
bir kapatılması, yerel TV’lerin güçlenip sonra da “Bizans” oyunlarına kurbanı,
cemiyetlerin “basın ahlakı dışında siyasallaşması”, “gazeteci zengin olmaz”
anlayışının yerine “zengin olmak için gazetecilik şart” ahlaksızlığının tesisi,
basın patronlarının “önce kâr” prensibiyle “makyevelist” hamleleri, “sarı basın kartlarının” gazeteci dışında “herkese
“verilebilmesi, üniversitelerin “iletişim fakültelerinde” uygulamasız gazeteci yetiştirme” komedisi nedir sizce?
Oysa “bayramlar”; özgürlüğün, hakkın, emeğin, birlikteliğin
günleridir.
Peki bugün, hangi özgürlük, hangi hak, hangi birliktelik
kaldı?
24 Temmuz hatta 10 Ocak da artık birer utanç günleridir!
Özeleştiri dahi yapmaktan kaçan tüccarlar, basını medyalaştıran lobiler ve maşaları utanmadan, "özgürlük" diye de bağırabilmektedir!
Bir gazetecinin "özgürüm" diyebilmesi için “patronundan”
değil halktan güç alması gerekir.
Bugün halk suskun, “basın” ölmüş “medya” kiralık, “gazetecilik”
ise “gazeteci” dışında “herkesin” yapabileceği bir pespayeliğe dönmüş!
Tüm bu düşüncelerime rağmen umudum sönmedi!
Bugün örgütler
işgal edilmiş olabilir ama her “gazeteci” bir “örgüttür”. Mesele sadece "kıvılcımdır"!
Ve gerçek gazetecilik, sansürle değil; cesaretle, halkla,
gerçekle yapılır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder