Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Ağustos 2025 Cumartesi

ŞEHREMİNİ HAZRETLERİ ŞEYTAN MI, MELEK Mİ? YOKSA…. ?

 

Bir zamanlar İzmir Fuarı, Cumhuriyet’in vitrinlerinden biriydi. 

Bir milletin yoksulluktan çıkıp ayağa kalkışının, üretim seferberliğinin, sanayisinin ve kültürünün sahnesiydi. “Türkiye’nin dünyaya açılan penceresi” derlerdi; çünkü o pencereden baktığınızda başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz kadar umut, emek ve geleceğe dair bir iddia vardı.

Şimdi dönelim bugüne…

Sayın Cemil Tugay çıkıyor, fuarın tanıtımında nutuk atıyor. İzmir Fuarı’nın kutlu manasını bir festival benzetmesiyle küçültüyor.

Festival mi? 

Şehrin hafızasında kök salmış, tarihsel derinliği olan, üretim ve kalkınma idealiyle kurulmuş bir geleneği, ucuz müzikli, ışıklı bir eğlenceye indirgemenin adı bu mudur?

Sorun şudur: İzmir’in yöneticileri de iş dünyası da kentin hafızasına sırtını dönmüş durumda. Tarihi bilmeyen, hafızayı reddeden, yalnızca günü kurtarma telaşıyla hareket eden bir geniş zihniyetle karşı karşıyayız.

İzmir iş aleminin kent aidiyetsizliği zirve yaparken, Başkan Tugay da haklı olabilecekken, bilgisizlikten ve liyakatsiz kadrosundan belki de, şehrin kimlik ve hedefini değiştiriyor, fakat farkında değil.

Fuar, sanayicinin makinesini sergilediği, köylünün ürününü tanıttığı, halkın “ben de varım” dediği bir sahneydi. Bugünse festival kılığına sokularak, şehrin ekonomisine ve kimliğine dair bütün ciddiyetinden koparılıyor.



Festival” söylemi, bir şehir yönetim anlayışının itirafıdır: Halkın gözüne renkli ışıklar sok, müziği biraz aç, eğlenceyi büyüt; yemeyi içmeyi parlat, nasılsa kimse kalkınma, üretim, vizyon sormaz.

İzmir’e festival ve “yeme içme” belediyeciliği dayatılıyor. Bu yaklaşım, kentin temel sorunlarını perdeleyen, bir nevi “afyon” işlevi görüyor ki, tıpkı iktidar partisinin uygulamaları gibi.

İzmir’in Yüzüne Çekilen Maskeler

Tugay’ın konuşması, İzmir’in temel kimliğinin nasıl törpülendiğini bir kez daha gösteriyor. Kültürü “karnavala”, tarihi “süslemeye”, hatta binlerce yıllık tarihi, sadece “tencerede pişen yemeklerle” anlatmaya, fuarı ise “festivale” indirgemek, İzmir’in kendine olan saygısına açık ihanettir.

Bir zamanlar milli hedeflerle yoğrulan bir mekânı, şehrin hafızasını ve emeğini, günübirlik popülizmin malzemesi haline getirmek, en hafif tabirle bir şehri hafife almaktır. Aslında burada CHP’li bir belediye başkanı ve Genel Başkanı Özgür Özel’in sadık bir partilisi olan Cemil Tugay’a sormam lazım. Hatta tüm CHP’lilere: CHP iktidara yürüyorsa, bunu İzmir’de anlatmak, halkı ikna etmek yolunu neden seçmediniz? Fuar’da söyler misiniz “gelecekte güzel şeyler olacağına ait” bir işaret var mı?

                                                                                                                                                  İzmir Fuarı, festival değildir. Festival geçici bir şenliktir; fuar ise köklü bir vizyonun, geleceğe açılan kapının adıdır. Cemil Tugay’ın yaklaşım ve söylemleri, İzmir’in nasıl küçültüldüğünün, yönetim vizyonunun nasıl daraldığının göstergesidir.

Ama unutmayalım: Hafızasını kaybeden şehir, geleceğini de kaybeder. İzmir, “festival belediyeciliğine” razı olacak kadar sıradan bir şehir değildir.

Öte yandan

Bay Başkan şimdi de “Tunç Soyer melek de ben şeytan mıyım?” diyerek "başka bir şey" anlatmaya çalışıyor. 

Hayır Bay Başkan, şeytan değilsiniz ama melek hiç değilsiniz…

Ama “cin” gibisiniz, nefret dolusunuz, kibir ve intikam duyguları sizi ele geçirmiş. 

Ve şeytan hiç olmazsa açıktan oynar; cin ise görünmez, sessiz ve sinsidir. Siz de tam öyle davranıyorsunuz.

Bir yanda 94 yıllık İzmir Fuarı’nı “festivale” çevirip ve bununla da övünüp, şehri ucuz eğlencelerle avutuyorsunuz. Diğer yanda 30 Ağustos – 9 Eylül gibi bu toprakların özgürlük ve kurtuluş destanını taşıyan günlerde, gençliğe “mutfak müzesi” açıyorsunuz.



Tekrar ediyorum!

Kurtuluşun 100. yılında Anı Evi’ni kapatan bir belediye başkanı, İzmir’in ruhunu nasıl temsil eder?

Ve sonra da kalkıp kendinize, öğrendiğimize göre, Abdülhamit hayranı, padişahçı bir genel müdür buluyorsunuz. İzmir’in Cumhuriyetçi damarını, devrimci ruhunu, boyun eğmeyen onurunu bilerek törpülüyorsunuz.

Siz, İzmir’i, İzmir'in ruhuna yabancılaştırıyorsunuz.

İzmir’in bağımsızlıkçı, cumhuriyetçi kimliğini “yeni Türkiye’nin pragmatik vitrinine” uydurmaya çalışıyorsunuz.

O yüzden şeytan değil, ama cin gibisiniz!

İzmir’in kimliğini gizliden gizliye eziyor, değiştirmeye ve “iki yumurtayla” çırpmaya çalışıyorsunuz. Aşçıbaşınız kim onu da biliyoruz!

Kurtuluşun şehrinde “fuarı festivale”, “anı evini müze deposuna”, “kültür mirasını ticari vitrine” çeviren akıl, İzmir’i yönetemez.

Zaferi, bağımsızlığı, şehitlerin anısını hatırlatmak yerine, fuarı yeme-içme popülizmine indirgeyen bir anlayış hâkim.

9 Eylül’ün ruhu, hamburger kokusuna feda edilirse, o fuar hâlâ milli midir?

Cevap ortada…

Fuar, İzmir’in gurur tablosu olmaktan çıkarılmış; sponsorların panayırına, yeme-içme şenliğine dönüştürülmüştür.

İzmir’in ruhu, kimliği ve zaferi de bu abartılı sponsor panolarının ardında kaybolmuştur.

Lunapark Konusuna Gelince

Bu emperyal kapitalizmin milli dinamizmi “ham yapma” işidir!

İzmir Enternasyonal Fuarı’nın kalbi, çocukların dönme dolapta, atlın karıncada  dönerken attığı sesle atarken; şimdi o ses boğuluyor, yerini betonun ve yeşil planın soğuk sessizliği alıyor. Hatta bu yıl Fuar’a egemen olan “karanlıktır”!

“Lunapark alanı modernize edilecek” denilerek yıkım kararı açıklandı. Zaten taşıdığı tarihi değer bir yana; bu söküm sadece makinelerin değil, çocuk hafızasının da yıkımıdır. İzmir halkı yıllarca orada çocukluğun tadına varırken, şimdi bir “botanik bahçesi”  veya “boş etkinlik alanı” vaat ediliyor.


İşletmeci şikâyetçi:
“51 yıldır ailece işletiyoruz, çocukların hatıralarına ev sahipliği ettik, elektrik kesildi, yargı süreçleri bitmedi hâlâ”

Belediye istediği kadar “hukuksuz işgal” desin; bir neslin anılarına el koyduğunuz gerçeği değişmeyecek. “Yargı kararı yok”, diyorsunuz; resmiyette kabullensin fakat vicdanda, kentin hafızasında iptal edilemez.

Ve şimdi, o alana “yeşil alan” desinler, “botanik bahçe” etiketlesinler; çocukların sevinci yok oluyor, içinde doğan kuş sesi, sincaplar, ayak sesleri… Silinmeye çalışılıyor. Ve şunu da unutmayalım: yıkılan sadece fiziki yapı değil; kentli hafızası, gelecek hayalleri ve İzmir’in toplu ruhudur.

Neden “Cin” Gibi Davranıyor?

Bu iş bir şeytanlık değil… Cin gibi sinsice yapılıyor. İlgisiz bir sesle “yakışmıyordu” denip geçilecek bir mesele değildir. Bu, bir belleğin taşlaşıp mezara konmasıdır. Fuarın ikonundan, bir dönme dolaptan bile korkulur bir hale geldi.

"Lego Land" söylemi ve hayali bile, İzmir’in hafızasını satılığa çıkarıp, emperyal kapitalistlere İzmir’i “yeniden” devretmektir. 

Bu işin ardındaki “Bizans aklını da” tabii ki biliyoruz!   

Milli mücadelenin şehri, 9 Eylül Zaferi’nin kenti İzmir’de lunaparkın yerine lego kuleleri dikilecek. Yani İzmir’in hafızası, çocukların anıları, yarım asırlık bir kentsel kültür “uluslararası marka” etiketine satılacaktı, öyle mi?


Şeytanlık değil bu… cin gibi sinsilik. Çünkü şeytan en azından açıktan oynar; cin görünmezden işler.

İzmir'de tarihin tekerrür ettiğini, bir CHP iradesinde yaşamak korkunç bir duygu!

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE

hasantahsink@gmail.com



25 Ağustos 2025 Pazartesi

"ZAFER GURURU" YERİNE "DENİZ BANYOSU" MASKARALIĞI, ULUSAL FUAR YERİNE DE "NOSTALJİK ÇATAL BIÇAK" ŞENLİĞİ!

 


İzmir’in Zafer Günlerinde “Deniz Banyosu” Maskaralığı

30 Ağustos ile 9 Eylül arasındaki o kutsal zaman dilimi, bu şehrin damarlarına işlemiş iki büyük kavganın, iki büyük hatıranın zamanıdır: 

Biri emperyalizme karşı verilen kurtuluş mücadelesi, diğeri Cumhuriyet’in İzmir’e armağan ettiği yeniden doğuştur. Yani bu günler, hatıra defterine yazılacak günler değil; şehrin ruhunu yeniden uyandıracak günlerdir.

Ama CHP'li İzmir Büyükşehir Belediyesi çıkıyor, “eski deniz banyoları sergisi” açıyor. Hem de Cumhuriyet kazanımlarının organize şekilde yok edildiği, Atatürk'ün gerçek karşılığının tarihten silinmek istendiği, emperyalizmin yine aynı oyunlarla yurdun ormanlarını, dağlarını, sularını ele geçirmeye başladığı, zeytin ağaçlarının yok edildiği, bir limonun 30 lira olduğu bu zamanda! Ve güya CHP bu durumdan rahatsız. Gel de inan!

30 Ağustos’un, 9 Eylül’ün gölgesine deniz mayoları, nostaljik plaj şemsiyeleri mi düşmeli? Zafer günleri, Cumhuriyet’in doğum sancıları, şehrin işgalden kurtuluşu, İzmir’in ateşten yeniden çıkışı… Bütün bunların yanına bir de “deniz banyosu” eğlencesi mi konduracağız?

Hafifliğin Yeni Adı: Kültürel Maketçilik

Bu sergi, İzmir’in tarihine değil; İzmir’in tarihini hafifletmeye hizmet ediyor. Zafer günlerini kültürel maketlerle, nostaljiyle, yüzeysel “tatlı anılarla” geçiştiren bir zihniyet, aslında kentin hafızasını törpülüyor. Deniz banyosu nostaljisiyle zafer günlerini aynı terazide tartmak, tarihi karikatürleştirmektir.

30 Ağustos ile 9 Eylül, bir şehrin değil, bir milletin ayağa kalkışıdır. Bunları hafifletmek, “festival” ve “nostaljik sergiyle” renklendirmek, İzmir’in kimliğine yapılabilecek en büyük haksızlıktır. İzmir’in çocuklarına ve gençlerine verilmesi gereken şey, zaferin ruhu, mücadelenin bilinci ve Cumhuriyet’in kazanımlarıdır. Onun yerine eski mayo mankenleri, plaj fotoğrafları ve süslenmiş sergiler sunmak…

Deniz banyosu sergisi belki yaz tatilinde bir akşam eğlencesinin malzemesidir ama 30 Ağustos – 9 Eylül hattında İzmir’in hafızasına yakışmaz, yakışmadı. Zafer günlerinde İzmir’in önüne çıkarılacak şey, “geçmişin hafif eğlenceleri” değil, “geleceğin ağır sorumluluklarıdır”. İzmir’e yakışan, deniz banyosu maskaralıkları değil; Cumhuriyet’in vitrinine yakışan bir ciddiyet, bir vakar ve bir direniş ruhudur.

İzmir’in Kimliğini Kapatıp, Mutfak Müzesi Açan Zihniyet

Bir şehrin belleğini kapatmak, yalnızca bir kapıyı kilitlemek değildir; o şehrin ruhunu, hafızasını ve direnişini de susturmaktır. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin 100. Yıl Kurtuluş Anı Evi’ni kapatması, bu şehrin Cumhuriyetle kurduğu bağı silmeye dönük bir kültürel intihardır. Yetmedi; Türkiye Cumhuriyeti’nin milli ekonomi vitrini olan İzmir Fuarı’na “mutfak müzesi” açmakla övünüyorlar.

Soruyorum: İzmir Fuarı, “yemek kültürü” vitrini midir, yoksa Cumhuriyet’in üretim ve kalkınma iradesinin sahnesi mi? 

Kurtuluşu Kapatanlar, Mutfak Açanlar

Medyaya yansıyan haberlere göre, Anı Evi’nin kapatılması "tasarruf"  gerekçeleriyle açıklanmıştı. Ama nedense aynı belediye, İzmir Fuarı’nda milyonlar harcayarak “mutfak müzesi” kurabiliyor. Burası, halkın alın teriyle kazanılmış zaferlerin şehri İzmir.

9 Eylül’de düşmanı denize döken, 100 yıl sonra da anısını ayakta tutmak için Anı Evi açan İzmir.

Şimdi o kapı kapalı, yerine çatal-bıçak sergisi açılıyor.

Fuar, Mustafa Kemal’in vizyonuyla kurulmuş bir “milli ekonomi vitrini” idi. Fabrikalar ürünlerini tanıtır, tarımın bereketi sergilenir, bilim, sanat, teknoloji burada buluşurdu. 

Bugün ise İzmir Fuarı’na bakın: bir tarafta sahne eğlenceleri, öte tarafta “mutfak müzesi.” Bu vizyon daralması değil midir? Bu, İzmir’i hafife almak değil midir?

Kurtuluş Anı Evi’nin kapatılması ile mutfak müzesi açılması, aslında aynı zihniyetin iki yüzüdür: Tarihi unuttur, hafızayı sil, yerine eğlencelik ve turistik malzeme koy. İzmir’in kimliği, sofraya indirgeniyor. Zaferin hatırası mutfak şovlarıyla gölgeleniyor.

Sayın Tugay her fırsatta "AK Parti'ye geçiş" söylentilerini yalanlayıp duruyor. Ama yaptıkları tamamen AK Parti'nin "hedeflediği" Türkiye! 

AK Parti nasıl ülkeyi ithalata muhtaç edip, yerli üretimi her alanda yok ettiyse, Cemil Tugay ve takımı da Fuar'ı "festival ve şenlik" kültür ve kimliği de "mutfak" ile "hamam suyuna" entegre etmeye çalışıyor. 

Bugün medyada çıkan haberlerde bu tercihlere “yeni vizyon” deniliyor. Oysa bu vizyon değil, İzmir’in kültürel gerilemesidir. Vizyon; tarihi kapatmak, mutfağı açmak değil, tarihi yaşatmak ve geleceğe üretimle yürümektir.

İzmir’in Kurtuluş Anı Evi kapatılıp yerine “mutfak müzesi” açılıyorsa, mesele yalnızca bir müze meselesi değildir. Bu, İzmir’in Cumhuriyetle kurduğu bağın budanması, milli hafızanın mutfak raflarına kaldırılmasıdır. İzmir Fuarı festival değildir, yemek programı hiç değildir. O, Cumhuriyet’in vitrinidir.

NOT: Gelecek yazı Bay Başkan'ın "melek mi" yoksa "şeytan mı" oluşu, yoksa kendisi bir "cin mi"? 



 

16 Ağustos 2025 Cumartesi

İZMİR’DE AĞIRLAŞAN BİR HASTALIK: YAŞARKEN UNUT, ÖLÜNCE HATIRLA!

                                                             

İki yüzlü, merhametsiz, vicdansız “zamanlar” yaşıyoruz. 

Ve bu zamanda öyle bir "hastalık" ağırlaşıyor ki toplumsal olarak.

Ve bu “hastalık” böylesine “yaşlı” ve “deneyimli” İzmir’i de sarıyor.

İzmir bir "huy" edindi: İnsanı yaşarken “yok” saymak, ölünce “baş tacı” etmek.

Bu şehirde artık “değer”, nefesin tükendiği gün başlıyor. Başlatan “gafiller” bir yana, kimse de sorgulamıyor, “normal” görüyor adeta.

Hayattayken selam vermeyenler, öldüğünde nutuk atmak için sıraya giriyor. Cenazede en ön safta görünmeye çalışıyor, törenlerde en cafcaflı kelimeleri onlar seçiyor. Ölmeden önce aç kal, işsiz kal, dışlan; öldükten sonra “unutulmaz İzmirli” ol.

İşte İzmir’in asıl trajedisi budur.

Hayattayken fikirlerin fazladır, sözlerin rahatsız edicidir, eleştirilerin dokunur.

Seninle yan yana görünmek birilerine yük olur.

Ama öldüğünde…

Artık zararsızsındır. 

Konuşmazsın, hesap sormazsın, itiraz etmezsin. O yüzden ölünün anısını sahiplenmek, yaşayanı sahiplenmekten çok daha güvenlidir. İzmir’in “vefası da” işte bu “korkak güvenliğin” üzerine kuruludur.

Bu sadece bir bireysel kayıtsızlık değil; toplumsal bir alışkanlık yapıldı.

Ölüyü kutsamak aslında bir “vicdan temizleme ayini” gibidir.

Yaşarken yüzüne bakmadıklarını, cenazesinde göklere çıkararak kendi korkaklıklarını gizlerler. Çünkü hayattayken yanında durmak “cesaret” ister.

Ölünce “yanında” görünmekse, kimseye dokunmaz. 

Zaten “tabut” başında kimse de hatırlamaz olan biteni.

İzmir’i özellikle bu “ölü kutsayıcı” siyaset ve yerel yönetim erbabıyla medyacılar, “aydın, özgürlükçü, demokrat şehir” diye pazarlıyor ya?  

Peki, soruyorum:

O halde neden aydınlar yaşarken yalnız kalıyor?

Neden “muhalif sanatçılar ve kalemler” kendi şehirlerinde garip ve sürgün gibi yaşıyor?

Belki de, İzmir’in o çok övülen aydınlığı, aslında mezar taşlarının gölgesinde yanıp sönen bir kandilden ibarettir.

Bu yüzden her ölümden sonra aynı tiyatroyu izliyoruz:

– Önce birkaç vicdanlı insanın çığlığı duyulur: “O yaşarken değer görmedi.”

– Sonra belediyeler, dernekler, odalar anma programları düzenler.

– Ve İzmirli, kendi payına düşen utancı unutur, kendini avutmak için “biz aslında çok vefalı bir şehiriz” masalına sığınır.

Gerçek vefa, mezar taşının dibinde değil, nefes alanın yanında olmaktır.

Gerçek, çelenk göndermek değil, yaşayana destek olmaktır.

Ama bu şehir, kahramanlarını, sanatçılarını, gazetecilerini hep toprağın altında keşfediyor artık!

Ama İzmir’de vefa artık, cesaretten değil; ölüler üzerinden yapılan günah çıkarma merasimlerinden ibaret.

Şu son zamanlarda “toprak” olan nice değerimiz var.


Hemen aklıma gelen Sancar Maruflu. 

Hem de “İzmir Baba” dediğimiz İzmirli… 

Son yıllarındaki özellikle 2010 sonrası sadece bana anlattıklarını yazsam, acaba “birileri” yeniden “utanmayı” hatırlar mı? “İzmir Babanın” İzmir aşkını “Bizans’a” satanlar da acaba “utanma” kaldı mı? 

Konak Belediyesi “vefa” göstermeye çalışmış, İzmir Gazeteciler Cemiyeti de mesaj yayınlamış.

Yahu tek başına İzmir Gazeteciler Cemiyeti, bugün “vefasızlığın” “tek sesliliğin” “despotluğun”, “Bizans ve emperyal seviciliğin”, “ayrımcılığın” kalesi oldu! Vefa kim İGC kim? İsmail Sivri zamanını aratanların “oyun alanı” oldu cemiyet!

Sonra Ercan Doğu var, yıllarca kalemiyle, yüreğiyle, İzmir’de “medya” gerçek “basın” iken el vermiş “ağabey”. Vilayetten emekli olduğunda, o Atatürkçü kimliğiyle “yapayalnız” bırakıldı. Oysa o mükemmel bir “basın öğretmeniydi” … Şiirleriyle ekoldü. Ömrünün son zamanlarında sadece bir kişi vefa gösterdi Ercan Ağabey’e.


Ya Gürol Tulunay?

Hem araştırmacı hem gazeteci… Yıllarca Urla’yı taşıdı sırtında. Balçova’nın yok edilen kimliğini çıkarmaya uğraştı.  Gürol Tulunay sağlığında her fırsatta Balçova’da gelişigüzel yapılmış otellerin altındaki “tarihi” anlattı durdu. Bir tek siyasetçi, vali, başkan, kaymakam, milletvekili de merak edip “Gürol Bey buyurun gidelim” demedi. Gürol Tulunay’ın şu anda hala Facebook’ta duran tarih/gezi yazıları bile, genç İzmirli gazetecilere rehberdir de kim bile kim anlaya?


Gürol ağabeyin sadece “hastane sürecini” anlatsam size, ona ölünce “methiye” düzenlerin içinde kaç kişi “utanır” kendinden? Ama Gürol ağabey tam bir gurur timsaliydi!

Peki, sevin sevmeyin de Tufan Atakişi… İzmir için Karşıyaka için atan kalp, şimdilerde hasta, bilen var mı? Ne olacak eserleri, “İzmir İzmir Dergisi”?


Orhan Beşikçi, Yaşar Ürük, Yaşar Aksoy, Abdülkadir Hazman, İlhan Pınar, Alaattin Gürırmak, Bülent Şenocak, Metin Özer ve daha kimler kimler?

Bunlar yaşayanlar, ama yaşarken de “yok sayılanlar” ve ısrarla "sayılmaya çalışılanlar"… 

Ama olsun varsın, “onların yazdıkları, söyledikleri işimize gelmez” değil mi? 

Allah geçinden versin ama, nasılsa “öldüklerinde” bir iki belediye belki bir anma yapar, Gazeteciler Cemiyeti de mesaj yayımlar…




Sancar Maruflu’nun o “arşivi” ne oldu mesela?

Ama artık “arşivler de” sadece “üç beş tüccar koleksiyoncu ve tüccar çakma tarihçinin" tekelinde nasılsa. 

Nasılsa onlar da alkışlanıyor her fırsatta cahilce ve ruhsuzca!

Benim yazdıklarım “söylesem tesiri yok, sussam gönlüm razı değil” havasında. Ama keşke en azından valiler, belediye başkanları, vekiller yalın olarak dinleseler, okusalar. 

Düşmanlıktan ve kibirli menfaatçilikten uzak İzmir’in gençlerine “rehber” olabilsek…

Ama ne yazık ki İzmir’i “zehirli sarmaşıklar” sardı ve “kurtulacağı” günleri bekliyor umutsuzca.

Ölen değerlerimize minnet, rahmet diliyorum, her şeye rağmen yaşamda direnenlere de sağlık selamet…

      Bu yazıyı okuyup beğenen varsa paylaşsın, yüksek sesle okusun dilerim.

 

14 Ağustos 2025 Perşembe

CHP’NİN İÇİNDE ESEN “DERİN AKP RÜZGARLARI”

Özgür Özel’in, Atatürk emaneti CHP’nin başına geçme “operasyonunu”, gün gelir gelecek kuşaklar “detaylı” öğrenir. Bu operasyonun gerçek “değişim” olduğunu baştan beri söyleyip yazıp hedefe nasıl konduysam, bundan böyle de daha sert yazmaya ve konuşmaya devam edeceğim. 

Yapılanın Atatürk temelli bir siyasi hareketi, emperyalizm oyunlarına “değiştirmek” olduğunu gün gelir tarih yazar elbet. 

Şu “Aydın” meselesi de, oynanan oyunun farklı bir sahnesi! 

Ve bu sahneye özellikle Özgür Özel ve takımının güya tepki göstermesi de senaryo gereği. 

Zira CHP’yi bir nevi “AK Partileştirme” düğmesine basanlar kendileri…

CHP’nin “üst katlarında” tuhaf ikiyüzlülük rüzgârları esiyor.

Hani şu “bizden biri giderse hain, biz gidince kahraman” mantığı…

İşte tam da o.

Yıllarca “CHP’li” kimliğiyle parlatılan isimler, bir gün AK Parti’ye “geçtiğinde” linç kuyruğu oluşuyor. Ama tersi yönde trafik hep “normalleşme” adı altında alkışlanıyor.

Peki neden?

Çünkü bu partinin kimi yöneticileri için mesele ideoloji değil, başka hesaplar.

Bir an şu “milli unutkanlık” hastalığımızdan sıyrılıp hatırlayalım mı?

Özlem Çerçioğlu “kimin” adayı olacaktı?

Aydın’da onca dönemdir belediye başkanlığı yapan Özlem Çerçioğlu, yıllardır “CHP’nin kalesi” hikâyesinin vitrin figürü oldu.

Peki bugün AK Parti’ye geçeceği iddiaları neden bu kadar şaşırtıyor?

Daha düne kadar “Aydın’ı bırak, seni İzmir’e aday yapalım” diyen Özgür Özel ve güya “değişimci” takımı değil miydi?

Bugün niye şok pozları kesiyorlar?

Çünkü CHP’nin aday tercihleri ilkesel değil, tamamen ‘kim kazanır’ denklemine göre nepotizm referanslı yapıldı.

Bugün Özlem Hanım, İzmir’e aday olsaydı, bu kentin seçmenine “demokrasi kahramanı” diye sunulacaktı. AK Parti’ye geçerse “hain” olacaktı.

Aynı insan, aynı geçmiş… Değişen tek şey, rozetteki renk.

31 Mart sürecinde Özgür Özel’in “aday kriterleri” asla iddia ettiği gibi gerçekleşmedi. Özlem Hanım İzmir’e, “yuh artık” diyen İzmirlilerin tepkisiyle getirilmedi. İyi de yerine “aday” olanın hangi özelliğine bakıldı sadece? 

“Değişim kongresinde Özgür Özel ve takımına destek veren tek İzmir belediye başkanı” … 

Böyle bir kriter olur mu? Olur, Özgür Özel “tek adam” dayatmasını “demokrasi” sandığından oldu bitti. Yoksa ilçesinde başkanlığını masaya yatırsalar, zaten parti genlerine sahip olmadığını görürlerdi.  

Şu anda CHP yönetimi ve peşinden gidenler tam oyuncu. Fiilen AK Partili olacak Özlem Çerçioğlu’na küfür kıyamet gibi edilirken, kadrosunda “AK Partili operasyoncu prens ve prensesler” barındıran, Atatürk devrimi gereğinden uzak “kokmaz bulaşmaz” tiplerle yürüyen “başkanlara” asla “tık” yok!

İşin ironisi şu bence:

CHP’li belediyelerde yıllardır esen “derin AKP rüzgarları” kimsenin umurunda değil. İhale usullerinden kadro politikalarına, AK Parti belediyelerinde gördüğümüz uygulamaların tıpkısı CHP belediyelerinde de var artık.

Üstelik bu rüzgâr, bazen doğrudan parti içinden esiyor. “Yandaşa kıyak” dediğiniz ne varsa, CHP belediyelerinde de sessizce yapılıyor. Sonra da halkın karşısında “biz laik, demokrat, halkçıyız” nutukları atılıyor.

Türkiye’nin politik sahnesinde rozet değiştirenler değil, zihniyet değiştiremeyenler asıl sorun.

Çünkü aynı anlayışla AK Parti’de de CHP’de de başka partilerde de siyaset yapılıyor. Bugün Özlem Çerçioğlu’nun AK Parti’ye geçmesi, kimin koltuğunu sallayacağı üzerinden tartışılıyor; kimin ilkelerini yerle bir ettiği üzerinden değil.

Merak ettiğim şu aslında. Özlem Hanım ile ilgili bir süre önce bir kitap yayımlandı. Ergenekon sürecinde türlü bedeller ödemiş olan yazar Ergün Poyraz, 10 yıl Özlem Hanımla çalıştıktan sonra “Kırık Topuklu Kirli Kontes” adlı kitabında neler yazmıştı? Mesela Özgür Özel ve takımı bu kitabı okudu mu? Okuduysa “bir şeyler” yaptı mı? Aslında bir sorum daha var aklımda, Özlem hanımın “değişimi” Ergün Poyraz’ın kitap içeriğiyle ilgili olabilir mi?



Temmuz ayında çıkan bu kitap sadece “bugünü” değil dünleri de anlatıyor. Ve bu iddiaların hedefi, 2024’te İzmir’e “aday” düşünülüyor. Ve hala Özgür Özel ile ilgili bir düşünsel sorgulama yapılmıyor.

CHP, kendi içinde es(tiril)en “derin AKP rüzgarlarını” görmezden gelip, yalnızca vitrin değişikliklerine tepki verirse, yarın bir gün “kim CHP’li, kim AKP’li” diye değil, “kim gerçekten halktan yana” diye sorulduğunda verecek cevabı kalmaz.

Aydın'da olan bitenleri alalım, İzmir gerçeğiyle de yan yana getirip "kral çıplak" demenin demokratlığına dikkat çekelim. 

YA CEMİL TUGAY’IN “SARAY BAHÇESİNDEKİ” ÇİÇEKLERE NE DEMELİ ?

Cemil Tugay, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna “halkçı başkan” iddiasıyla oturdu.



Fakat daha ilk aylardan itibaren, o koltuğun etrafında dönen rüzgârların nereden estiği belli olmaya başladı: “Derin AK Parti Rüzgârları”.

Öyle esiyor ki, rüzgârın kokusunda “kadro mühendisliği” var. 

Bir belediye başkanının ekibine kimleri aldığı, kimin elini sıktığı, kimin kulağına ne fısıldadığı, en az kendi söylemleri kadar önemlidir.

Tugay’ın kadrosuna giren bazı isimlerin “eski AKP kadrolarının prens ve prensesleri” olması, üstelik bu isimlerin kritik noktalara yerleştirilmesi, İzmir’in “kale” diye anıldığı günleri çoktan geride bıraktığımızın göstergesi.

Hatırlayın, aylar önce yazmıştık: 

“Cemil Tugay, 100. Yıl Kurtuluş Anı Evi’ni kapatarak, fuarda mutfak müzesi açıyorsa; bu sadece kültürel bir tercih değil, siyasi bir mesajdır. Mesaj da açıktır: İzmir’in temel kimliğini törpülemek.” 

Ve yine demiştik: 

“İzmir’in yönetiminde artık CHP tabelası altında AKP protokolleri uygulanıyor. İsimler değişiyor ama zihniyet, sızdığı yerden usul usul ilerliyor.” 

Bugün geldiğimiz noktada, bu tespitlerin ne kadar yerinde olduğunu görüyoruz. Keşke yanılan ben olsaydım. Çünkü başkanın masasında oturanlar, artık sadece CHP rozetli değil; aralarında AKP’de yıllarca görev almış, iktidarın yerel stratejilerine hizmet etmiş kişiler de var. Tugay, her ortam ve fırsatta kendi partisinin teşkilat ve aktörlerini, bazı ilçe belediye başkanlarını eleştirmiyor mu? Peki hangi iktidar mensubunu, kendi partilisini eleştirdiği gibi eleştirdi? Ya da CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nu hiç olmazsa Mansur Yavaş kadar ağzına alıyor mu? Bu o anlı şanlı bazı CHP’lilerin dikkatini çekmediği gibi, liberal kimliğiyle Cemil Tugay’ın, halkçı ve gerçek solcu Aydın Erten’in mezarı başındaki söylemleri de dikkat çekmiyor.

                                                                                                                                                    Açık söylemem gerekirse, İzmir’de “yumuşak faşizm” ortamı kurmaya çalışıyorlar. Zira “demokrasi mefkûresi” yanlarından geçmemiş.

“Cemil Tugay medyası” kurmak için gösterilen çabalar, keşke susuzluk derdi için de gösterilseydi.

Demokrasi mefkuresi, eleştirmeyi, sorgulamayı, araştırmayı, tartışarak doğruya ulaşmayı, ayrım yapmamayı, zulümden kaçınmayı öngörmüyor mu? 

Peki bunların hangisi “Cemil Bey ve takımında” mevcut?

Önceki başkanların birinin dahi yapmadığı öyle zulümleri yaptı ki…

Nepotik atamaları, belediyenin onlarca yıllık emekçilerine öyle mobbingler, sürgünler yaşattı ki! 

Yahu kendisini eleştirdiği için, eleştirenin ailesine zulmetme hangi CHP tarihinde var? 

Eleştireni “yok sayma” ama arkadan dolanıp, eleştirenin itibarsızlaştırılması için "operasyonlar" yapmak. 

Oysa “Barika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar” demiş eskiler. Yani “gerçeğin ışığı, fikirlerin tartışılmasından doğar”. İşte demokrasinin özü budur! 

Ama “yeni CHP” Özgür Özel’le hem tarihi kimlik ve karşılığını redde, hem de yerine “faşizmi” andıran bir ucube fikriyat kurma peşinde. 

Özlem Çerçioğlu ve Cemil Tugay olaylarında yaşadıkları da "Yeni CHP'ye" “ders” olmuyor. Ya da belki "istenen, amaçlanan" bu! 

Ve en tehlikeli olan, demokrasi algısına ve yerel dirence zarar veriliyor. 

Çünkü halk, sandıkta “değiştirdiğini” sandığı düzenin, aslında sadece “renk” değiştirdiğini fark ediyor.

Cemil Tugay, “bize güvenin” dediğinde, İzmir halkı ona gerçekten güvendi. Ama güven, sadece seçim kampanyasında değil, kadro tercihlerinde de sınanır. Bugün, makam odasının kapısı ardında hangi ideolojik rüzgârların estiğini görebilen herkes, bu sınavın şimdiden kaybedildiğini söylüyor.

“İzmir temel kimliğini kaybediyor” demiştik; bugün o kaybın, belediye koridorlarında, kadro listelerinde, imza yetkilerinde vücut bulduğunu görüyoruz.

Demokrasiye tehlike, dışarıdan değil; içeriden, masanın başından geliyor.

 

ÖNEMLİ NOT:

Bu satırların yazarı ne yazarsa yazsın ne söylerse söylesin özellikle CHP’deki “sözde değişimcilerden” hep aynı karşılıklar geliyor.

Diyorlar ki “Yanlıştasın Hasan Tahsin, şahsi kırgınlıklarınla, kızgınlıkla gidiyorsun. Yöntemin ve tepkin doğru bir tarz değil, biraz soğukkanlı biraz sakin yol almalısın”.

Empatiden uzak ve şahsi beklentiler yüzünden yapılan bu eleştirilere dahi saygı duyuyorum çünkü ben demokrasiyi “yaşam biçimi” seçtim. Geçmişte rahmetli Ahmet Piriştina’yı nasıl sert eleştirdiğimi unutmayanlar bilir. Ama onun dahi “doğrularına, doğru” dedim her zaman. Bugüne dek tek bir CHP’li başkan dahi, eleştirdiğim için beni “mesleğimden aforoz” ettirmeyi düşünmedi. Ama bugün? Neyse kim ne düşünürse eyvallah. Ama benim “yalnız” kalsam da “yolumdan” dönmemi kimse beklemesin!

Meslek hayatımda “özür dilemeyi” erdem saydım, ama bana yapılan kötülüklere ilişkin “özür dilendiğimi” ne yazık ki fazla hatırlamıyorum. Hele son bir yıldır asla…



NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE 

9 Ağustos 2025 Cumartesi

“HARCAMAYI” BİLENİN “HARCANMASI”

 


 “CHP’li” Tugay mı, yoksa?

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’ın AK Parti’ye geçeceği iddiası, kentin siyaset gündemine bomba gibi düştü.

Fotoğraf karelerinde AKP’li isimlerle Ankara’da poz verince, kulisler “Tugay gidiyor” dedikodusuyla çalkalandı. Tugay ise öfkeyle “Bu terbiyesizlik, böyle iftiralara maruz kalacaksam belediye başkanlığı yapmam” diye çıkıştı. “CHP ilkelerine bağlıyım, siyaseti çıkar mantığıyla yapmıyoruz” dedi.

Güzel. Ama soru şu:

CHP’li olmak sadece rozet taşımak mıdır, yoksa o rozetin temsil ettiği tarihî mirası yaşatmak mıdır?

Kurtuluş’un kapısına kilit, mutfağın kapısına anahtar...

Tugay döneminde, İzmir’in 100. yıl kurtuluş gururunu yaşatan 100. Yıl Kurtuluş Anı Evi’nin kapısına kilit vuruldu.

Gerekçe: “Ziyaretçi sayısı az.”

Oysa cumhuriyetin kazanımlarını korumak, “az kişi geliyor” bahanesiyle rafa kaldırılacak bir mesele değil, olamaz. Çünkü Cumhuriyet’in kimlik ve değerlerini yok etmeye çalışan güçlerin uğraşıları apaçık ortada.

“Tugay Medyası”, Fuar’da Mutfak Müzesi açacağını duyurdu. Üstelik İzmir kimliğini hiçe sayarcasına sorgulamadan

Elbette kültür, gastronomi önemlidir; ama İzmir’in kurtuluşunu unutturanlar, kentin belleğini, antikacılardan belediyenin parasıyla satın alınmış tarihi mutfak eşyalarının gölgesinde bırakırsa; buna “CHP’li belediyecilik” denir mi?

Hele de ülke olarak ekonominin dibe vurduğu, neredeyse her pazar malının taneyle alındığı, ekmeğin dahi hesap edildiği bir süreçte, üstelik adında “halk” olan partinin belediye başkanının “boyoz nasıl yapılır” ya da “döner nasıl sarılır” veya “midye nasıl doldurulur” diye, içinde güya atölyenin olduğu ama yapılanın da Grand Plaza şirketince satılacağı bir “gastronomi müzesi”?

Yahu mesela kaç emekli ayda kaç kez Grand Plaza’nın “Asansöründe” iki kadeh içip et balık yiyebiliyor?

Ve ne yazık ki “bu ne yaman çelişki” dedirten garabet.

Partinin Genel Başkanı “fukaralığa” işaret ederken, İzmir belediye başkanının, körfezde “rembetiko ve uzo” partisi haberleri servis ediliyor.

İnanın Özgür Özel’in yerinde olmayı asla istemezdim.

Rozet mi, ruh mu?

CHP’li olmak, her fırsatta Atatürk’ün mirasına sahip çıkmak, halkın hafızasını canlı tutmaktır.

100. yıl hatırasını sessizce kapatan; fuarda “antikacılardan” ve “koleksiyonculardan” tedarik tencere-tava sergisine heves eden bir belediye yönetimi, “CHP’liyim” dediğinde kusura bakmasın ama inandırıcılığını kaybeder, kaybetti.

Fuar’a milyonlarca liraya “tencere tava tarihi müzesi” ama çocukların heyecanla beklediği Lunaparkı yok etme becerisi. Üstelik Lunaparkın yerine de “yeni bir ortam” yok.

Siyasetin ince oyunu

Tugay, “AK Parti’ye geçeceği” iddiasını, “parti içi bir grubun operasyonu” olarak da görüyor. Belki öyledir, bilemem.

Ancak mesele sadece hangi partide olduğunuz değil, hangi değerleri koruduğunuzdur.

Eğer uygulamalar, AK Parti’nin tarih ve hafıza politikalarıyla paralel görünüyorsa, kadronuzda AK Parti’yle ünlenmiş kilit isimler varsa, kendi partinizin vekil ve örgütlerini doğrudan ve dolaylı ve de üstelik her ortamda yerin dibine koyup Cumhurbaşkanı adayınıza “darbe” yaptığını söyleyen Genel Başkanınızın söylemlerine rağmen, AK Parti’nin il başkanını, vekillerini, kadrolarını ne kadar sevdiğinizi anlatıp duruyorsanız, rozetinizdeki altı oku istediğiniz kadar cilalayın; ruhu çoktan solmuştur.

İzmir’in hakkı

İzmir, sadece altyapı projesi ya da festival takvimi isteyen bir şehir değil. 

İzmir, işgale direnen, bağımsızlık türkülerini haykıran, şehitler veren bir şehir.

Bu kentin belediye başkanı, kendi eliyle kurtuluş hafızasını zayıflatıyorsa, yarın hangi partiye geçtiği değil, “hangi mirası” yaşattığı konuşulur.

“Konu benim harcanmamsa harcanırım. Bunda sıkıntı yok” lafına da değinelim. “Harcama” konusunda uzman olan bir Başkanın, “harcanmaktan” ürkmesi ve korkmuyormuş gibi “efelenmesi” normal de, unuttuğunu hatırlatmak gerekirse, 31 Mart 2024’den bu yana bîgünah “harcadığı” yılların çalışanlarının “beddualarının” bir gün tutacağı da gelmiyor mu aklına acaba?

Bu yazıyı burada “şimdilik” kesiyorum. 

Ama devamı da gelecek. 

“Cemil Tugay ve takımının” ısrarla dile getirip dayatmaya çalıştığı “ben sizin başkanınızım yaşasın mono-demokrasi” hayallerinin tutmayacağını da yazacağım. 

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde özellikle 4 kişinin, İzmir kimliğini “kendi cehaletleri” ve “beklentileri” çerçevesinde “değiştirmeye” çalışmasına asla sessiz kalmayacağım.

Apikam’dan tutun Grand Plaza’ya, İzelman’dan tutun İzDeniz’e ve İZSU’ya, ESHOT’tan tutun Metro’ya her kurum ve kuruluşun gönderine 31 Mart 2024’te çekilmiş “liyakatsizlik ve nepotizm” paçavraları er geç indirilecek.

Umarım Cemil Tugay “nedamet” getirmenin, dinlemenin, hoşgörünün ve en önemlisi demokrasinin ne olduğunu bir an önce “kendi iradesiyle” öğrenir!

Ama umudum hiç yok!

                                                                                                               hasantahsink@gmail.com                        9 Ağustos 2025, Mordoğan 



ŞEHREMİNİ HAZRETLERİ ŞEYTAN MI, MELEK Mİ? YOKSA…. ?

  Bir zamanlar İzmir Fuarı , Cumhuriyet’in vitrinlerinden biriydi.  Bir milletin yoksulluktan çıkıp ayağa kalkışının, üretim seferberliğinin...