Bekledim...
Can
gittiğinden beri bekliyorum aslında... Siz şimdi onun "öldüğü"
günden bahsediyorum sandınız değil mi?
Hayır...
Ben son yedi aydan bahsediyorum...
Aslında
gittiği gün de Cuma'ydı... Bugün de Cuma... Ve özellikle cumayı
bekledim yazmak için.
Çünkü
benim "can'ım çok sıkkın"...
Cuma
günleri onunla "özel" günümüzdü aslında... Bunu ne
Aylin biliyor ne de bir başkası. Aycan bir ara kuşkulanmıştı
ama anlamadı.
Ne
bileyim... Bu "özel" günü "özel" yapan sadece
tesadüf aslında. Hatta bizim "özel" günümüzde çekip
gideceğini bile bilmiyordum. Cuma günleri, yayınım biter bitmez
gazeteye gelirdim. En keyifli gündü benim için Cuma.
Benim
Can'ım çok sıkıldı be dostlar...
Son
cumamızın tarihi 15 Nisan 2016.
O
gittikten sonra paylaştığım fotoğrafların tarihidir bu. İşte
tam o gün gitti hastaneye...
Gitmeseli
miydi?
Hayır...
Umuttu bizimkisi... Ve bana umudunu söyledi Can... Allah şahidimdir
söyledi...
Ama
umudu başkaydı onun... Can o fotoğrafta el salladı ya?
İşte
aslında o an "gitti" belki de...
Can'ı
hastaneye uğurlamak için çıktım gidiyorum... Baktım sigaram
yok. Önce sigara alıp sonra da gazeteye gitmek istedim. Tam
gazetenin karşı kaldırımdan yürüyorum...
Hiç
oturmadığı yerde otururken gördüm onu...
"Şşşşşt
nereye len" diye seslendi...
Nasıl
oldu bilmiyorum... Telefonla fotoğraf çekmeyi de pek sevmem
aslında. Hemen doğrulttum makineyi... Çektim iki kez... El
sallarken hem de...
Peki kime salladı o eli?
Bana
neden sallasın ki?
Yoksa?
"Yok
yav" diyeceğim ama diyemiyorum... Şimdi daha iyi anlıyorum.
Can "canımı sıkmak için" el sallamış.
"İyi
hadi al çabuk gel" dedi... Bunu da anlamadım hiç, bana
telefon ettiğinde, sokakta gördüğünde hep "çabuk gel"
diyordu... Hatta gazetenin içinde bir yerlerde olsam da, kahve
içmeye "çabuk" çağırıyordu.
Döndüm
geldim gazeteye. "Bağırış çağırış" odasında
oturuyor...
Girişte
solda, masanın hemen önündeki koltukta.
Öldürseler
oturmam ben o koltuğa... O koltuk Can'ımın koltuğu...
Oda kalabalık o an. Aşağıda
kurban kesilecek, Can "yine" kızıyor... Ama bir başka
sükunet de var üzerinde. Odadakiler kurbanla ilgilenmeye gidince,
kaldık odada yalnız... Koltuğa eğildi, elleri dizlerinin
üzerinde. Tam karşısında oturuyorum. Ne söylemeliyim
bilmiyorum... Oysa hiç düşünmeden "patır kütür"
konuştuğum adam karşımda. Kafasını kaldırıyor... "Hasan"
!
"Ne
oldu usta" diyorum. Bakıyor önce. Hem de inanması güç ama
sessizce...
Can
ve sessizlik... Mümkün değil.
"Hasan,
geri dönmeyebilirim...." Kesmeye çalışıyorum.
Ne
mümkün...
"Hayır
hayır dinle... Dönmeyebilirim. Mahir'e de söyledim. Belki
dönmeyeceğim. Buraya göz kulak olun. Yoka gitmesin. Sen biliyorsun
ne düşündüğümü. Çökmesinler gazeteye. Bir b...k olmaz bu
şehirden ama bari yoka gitmesin...."
Dayanamıyorum...
"Yeter
ya" diye yükseltiyorum sesimi...
"Sıkıysa
dönme... Ben kiminle kurtaracağım Türkiye'yi, İzmir'i? Kim bana
öğretecek hesap makinesi kullanmayı?"
Susuyorum...
Bir güç susturuyor beni.
Sonra
kesilen kurban... Vedalaşma...
Sonra
hareket hastaneye doğru...
Ertesi
sabah erkenden dayanıyorum hastane kapısına. Ameliyat öncesi
göreyim bir kez daha. Çekinerek giriyorum odaya. "Gelsene yaa"
diyor...
Ne
konuştum, o ne dedi, Aylin ne dedi hatırlamıyorum... Ameliyathane
kapısına kadar uğrurluyorum dilimde dua...
Kendi
kendime fısıldıyorum. "Alma be Allahım, nasıl olsa senin o
Can... Ama şimdi değil.
Bundan
sonrası önemli değil, yazmaya da değmez...
Can
Süphandağlı'yı siz çoook eskiden beri tanıyor olabilirsiniz.
Ama
ben kısacık sürede harbiden tanıdım can gibi Can'ı...
Bir fotoğraf daha var
mesela... Sıcakta soğukta çıkıp çıkıp kahve içtiğimiz
balkon gibi yerde gazetenin. 2014 yerel seçimleri öncesi. Binali
Yıldırım adaydı ya? Esnaf Kefalet mi nedir, oraya ziyarete
gelecek. Binali bey bakan değil ama bir polis koruması, akla ziyan.
Ben de köpürüp duruyorum. Yoldan geçenlere sataşıyorum "ya
neden diğer adaylara da motorlu polisler eşlik etmiyor, sorsanıza"
diye... Mahir Dinç de orada... Mahir beni, ben Mahir'i gazlıyorum.
Can çıldırıyor... Bir bana kızıyor bir Mahir'e... Aylin arada
kalmış... Habire kahve çay yollatıyor, getiriyor bize... Can "ya
adam bakan sayılır" diyor "bakan sayılmak nasıl oluyor
usta" diyorum. "E işte böyle oluyor" diyor. Bize
karşı mı değil mi belli değil. O fotoğraf da öyle çekildi
aşağıdan. Can'ı canından bezdirmiştim valla o gün.
Can'la
iletişimimiz böyleydi zaten. Bazen aynı konuyu aynı düşüncelerle
birbirimize anlatır, ama anlaşamazdık. Aylin az girmedi araya...
Bazen canım sıkılır Aycan'ın masasındaki süslü kalemlere
takar, gider Can'a şikayet ederdim. "Bu kız neden böyle ya
usta" diye... Gülerdi. "Zamane" derdi gözlerini
çevire çevire...
Tabii
bir de "hesap makinesi" takıntısı var.
Bilmem
mi? Öğrendim işte.
Canım
sıkılır, sarardım Can'a...
"Ya
usta bu kentsel dönüşüm neden olmuyor, bu hükümet para mı
vermiyor?"
Özellikle
de para vurgusu...
Can'da
hava değişir hemen. "Hadi içeri gidelim kahve içelim"...
Odaya
geliriz. Karşılıklı otururuz. Birsen hanımın masasındaki hesap
makinesini alırdı hemen. Ben de ilk kahkaha patlar tabii. Lakin
konu açılmış, Can'ın kafasında fikirler uçuşmaya başlamış.
Bir eli makinede, bir elinde kalem kağıt. Çok anlarmışım gibi,
İzmir'in konut sorunundan girer, apartmanlşarı yapar, milleti
doldurur. Sonra boşalttığı binaları yıkar, bitiş değil
ayrışık nizamla yüksek katlar çıkar. Hava sirkülasyonu, sosyal
alanlar ve binalar yapılır. Maliyet de arada hesaplanır.
Ben
sıkılmış... Can memnun...
Ben
Can'ı ne kadar sevdiğimi 15 Nisan'da, bana el salladığında
anladım millet.
Her
gece telefona giderdi elim ama açamazdım... Aylin'in ve Aycan'ın
seslerini beğenmiyordum çünkü. Sanmıştım ki, ben aramayacağım
aramayacağım. Ama bir gün Can arayacak "nerdesin len kaçak"
diyecek... "Hadi çabuk gel, çay hazır" diyecek... Ya da
arayacak "sabah kahvaltı yapma pişi yapacağız"
diyecek...
Olmadı.
Onunla
gideceğimiz yerler, dolaşacağımız mekanlar, yiyeceğimiz
yemekler, içeceğimiz rakılar vardı.
Sonra...
Memleketin gidişi, İzmir'de ne olacağı, paranın pulun durumu
vardı konuşacağımız.
O
da olmadı.
Can'ın
gidişinin benim Can'ımı bukadar sıkacağını bilmezdim.
O
cenaze namazına gelen işadamları, kanaat önderleri, siyaset
erbabı, basın temsilcileri de seviyordur belki Can'ı... Tabii ki
üzülmüşlerdir. Ama biliyorum ki, Can'ın bu erkenden gidişinin
analizi yapılmadı. Biliyorum yapılmayacak.
Ancak
ona sözüm var ben yapacağım.
Can
İzmir'i çok seviyordu... O ülkesine aşıktı... Her soruna
çözümü, her soruya cevabı, her söze sözü vardı.
Ama İzmir...
İzmir
vefasız... İzmir kendini yürekten seven çocuklarını,
çocuklarının kendini sevdiği gibi sevmiyor. Sevseydi, Can'ın
"kafası atmazdı"... Can'ın yüreği sapasağlamdı...
Yüreği sapasağlam olanların beyni isyan ediyor. Ama Can yüreğini,
beyninin emrine vermedi. Beyninin emrine verseydi...
Evet
verseydi...
Ne
benim Can'ım olurdu... Ne de Can benden haberdar olurdu... Ne de bu
yazı yazılırdı.
Bana
göz kulak ol dedi de, ben o odaya nasıl gireceğim şimdi?
O
koltuğa oturduğumda karşımda kimi göreceğim?
Benim
Can'ım çok sıkkın millet...
Mİlletimin
de Can'ı sıkkın...
Can
artık yok... Can'ı alan, sabrını veriyor da, boşluk dolmuyor
işte.
Zaten
dolamaz ki?
Şimdi
merak ediyorum Can ne yapıyor? Yine elinde hesap makinesi,
hesaplıyor mu?
Ama
hesap kitap bitti...
Baki kalan özlem... O ise "o
güne" kadar bitmeyecek.
Nur
içinde uyusun... Geç buldum, bağlandım erken kaybettim...
Ve
biir merakım daha var...
Bu
kent, kendini seven çocuklarını harcamaktan ne zaman vazgeçecek?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder