Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Kasım 2016 Çarşamba

CAN'IM SIKKIN

Bekledim...
Can gittiğinden beri bekliyorum aslında... Siz şimdi onun "öldüğü" günden bahsediyorum sandınız değil mi?
Hayır... Ben son yedi aydan bahsediyorum...
Aslında gittiği gün de Cuma'ydı... Bugün de Cuma... Ve özellikle cumayı bekledim yazmak için.
Çünkü benim "can'ım çok sıkkın"...
Cuma günleri onunla "özel" günümüzdü aslında... Bunu ne Aylin biliyor ne de bir başkası. Aycan bir ara kuşkulanmıştı ama anlamadı.
Ne bileyim... Bu "özel" günü "özel" yapan sadece tesadüf aslında. Hatta bizim "özel" günümüzde çekip gideceğini bile bilmiyordum. Cuma günleri, yayınım biter bitmez gazeteye gelirdim. En keyifli gündü benim için Cuma. 
Benim Can'ım çok sıkıldı be dostlar...
Son cumamızın tarihi 15 Nisan 2016.
O gittikten sonra paylaştığım fotoğrafların tarihidir bu. İşte tam o gün gitti hastaneye...
Gitmeseli miydi?
Hayır... Umuttu bizimkisi... Ve bana umudunu söyledi Can... Allah şahidimdir söyledi...
Ama umudu başkaydı onun... Can o fotoğrafta el salladı ya?
İşte aslında o an "gitti" belki de...
Can'ı hastaneye uğurlamak için çıktım gidiyorum... Baktım sigaram yok. Önce sigara alıp sonra da gazeteye gitmek istedim. Tam gazetenin karşı kaldırımdan yürüyorum...
Hiç oturmadığı yerde otururken gördüm onu...
"Şşşşşt nereye len" diye seslendi...
Nasıl oldu bilmiyorum... Telefonla fotoğraf çekmeyi de pek sevmem aslında. Hemen doğrulttum makineyi... Çektim iki kez... El sallarken hem de...




Peki kime salladı o eli?
Bana neden sallasın ki?
Yoksa?
"Yok yav" diyeceğim ama diyemiyorum... Şimdi daha iyi anlıyorum. Can "canımı sıkmak için" el sallamış.
"İyi hadi al çabuk gel" dedi... Bunu da anlamadım hiç, bana telefon ettiğinde, sokakta gördüğünde hep "çabuk gel" diyordu... Hatta gazetenin içinde bir yerlerde olsam da, kahve içmeye "çabuk" çağırıyordu.
Döndüm geldim gazeteye. "Bağırış çağırış" odasında oturuyor...
Girişte solda, masanın hemen önündeki koltukta.
Öldürseler oturmam ben o koltuğa... O koltuk Can'ımın koltuğu...
Oda kalabalık o an. Aşağıda kurban kesilecek, Can "yine" kızıyor... Ama bir başka sükunet de var üzerinde. Odadakiler kurbanla ilgilenmeye gidince, kaldık odada yalnız... Koltuğa eğildi, elleri dizlerinin üzerinde. Tam karşısında oturuyorum. Ne söylemeliyim bilmiyorum... Oysa hiç düşünmeden "patır kütür" konuştuğum adam karşımda. Kafasını kaldırıyor... "Hasan" !
"Ne oldu usta" diyorum. Bakıyor önce. Hem de inanması güç ama sessizce...
Can ve sessizlik... Mümkün değil.
"Hasan, geri dönmeyebilirim...." Kesmeye çalışıyorum.
Ne mümkün...
"Hayır hayır dinle... Dönmeyebilirim. Mahir'e de söyledim. Belki dönmeyeceğim. Buraya göz kulak olun. Yoka gitmesin. Sen biliyorsun ne düşündüğümü. Çökmesinler gazeteye. Bir b...k olmaz bu şehirden ama bari yoka gitmesin...."
Dayanamıyorum...
"Yeter ya" diye yükseltiyorum sesimi...
"Sıkıysa dönme... Ben kiminle kurtaracağım Türkiye'yi, İzmir'i? Kim bana öğretecek hesap makinesi kullanmayı?"
Susuyorum... Bir güç susturuyor beni.
Sonra kesilen kurban... Vedalaşma...
Sonra hareket hastaneye doğru...
Ertesi sabah erkenden dayanıyorum hastane kapısına. Ameliyat öncesi göreyim bir kez daha. Çekinerek giriyorum odaya. "Gelsene yaa" diyor...
Ne konuştum, o ne dedi, Aylin ne dedi hatırlamıyorum... Ameliyathane kapısına kadar uğrurluyorum dilimde dua...
Kendi kendime fısıldıyorum. "Alma be Allahım, nasıl olsa senin o Can... Ama şimdi değil.
Bundan sonrası önemli değil, yazmaya da değmez...
Can Süphandağlı'yı siz çoook eskiden beri tanıyor olabilirsiniz.
Ama ben kısacık sürede harbiden tanıdım can gibi Can'ı...
Bir fotoğraf daha var mesela... Sıcakta soğukta çıkıp çıkıp kahve içtiğimiz balkon gibi yerde gazetenin. 2014 yerel seçimleri öncesi. Binali Yıldırım adaydı ya? Esnaf Kefalet mi nedir, oraya ziyarete gelecek. Binali bey bakan değil ama bir polis koruması, akla ziyan. Ben de köpürüp duruyorum. Yoldan geçenlere sataşıyorum "ya neden diğer adaylara da motorlu polisler eşlik etmiyor, sorsanıza" diye... Mahir Dinç de orada... Mahir beni, ben Mahir'i gazlıyorum. Can çıldırıyor... Bir bana kızıyor bir Mahir'e... Aylin arada kalmış... Habire kahve çay yollatıyor, getiriyor bize... Can "ya adam bakan sayılır" diyor "bakan sayılmak nasıl oluyor usta" diyorum. "E işte böyle oluyor" diyor. Bize karşı mı değil mi belli değil. O fotoğraf da öyle çekildi aşağıdan. Can'ı canından bezdirmiştim valla o gün.



Can'la iletişimimiz böyleydi zaten. Bazen aynı konuyu aynı düşüncelerle birbirimize anlatır, ama anlaşamazdık. Aylin az girmedi araya... Bazen canım sıkılır Aycan'ın masasındaki süslü kalemlere takar, gider Can'a şikayet ederdim. "Bu kız neden böyle ya usta" diye... Gülerdi. "Zamane" derdi gözlerini çevire çevire...
Tabii bir de "hesap makinesi" takıntısı var.
Bilmem mi? Öğrendim işte.
Canım sıkılır, sarardım Can'a...
"Ya usta bu kentsel dönüşüm neden olmuyor, bu hükümet para mı vermiyor?"
Özellikle de para vurgusu...
Can'da hava değişir hemen. "Hadi içeri gidelim kahve içelim"...
Odaya geliriz. Karşılıklı otururuz. Birsen hanımın masasındaki hesap makinesini alırdı hemen. Ben de ilk kahkaha patlar tabii. Lakin konu açılmış, Can'ın kafasında fikirler uçuşmaya başlamış. Bir eli makinede, bir elinde kalem kağıt. Çok anlarmışım gibi, İzmir'in konut sorunundan girer, apartmanlşarı yapar, milleti doldurur. Sonra boşalttığı binaları yıkar, bitiş değil ayrışık nizamla yüksek katlar çıkar. Hava sirkülasyonu, sosyal alanlar ve binalar yapılır. Maliyet de arada hesaplanır.
Ben sıkılmış... Can memnun...
Ben Can'ı ne kadar sevdiğimi 15 Nisan'da, bana el salladığında anladım millet.
Her gece telefona giderdi elim ama açamazdım... Aylin'in ve Aycan'ın seslerini beğenmiyordum çünkü. Sanmıştım ki, ben aramayacağım aramayacağım. Ama bir gün Can arayacak "nerdesin len kaçak" diyecek... "Hadi çabuk gel, çay hazır" diyecek... Ya da arayacak "sabah kahvaltı yapma pişi yapacağız" diyecek...
Olmadı.
Onunla gideceğimiz yerler, dolaşacağımız mekanlar, yiyeceğimiz yemekler, içeceğimiz rakılar vardı.
Sonra... Memleketin gidişi, İzmir'de ne olacağı, paranın pulun durumu vardı konuşacağımız.
O da olmadı.
Can'ın gidişinin benim Can'ımı bukadar sıkacağını bilmezdim.
O cenaze namazına gelen işadamları, kanaat önderleri, siyaset erbabı, basın temsilcileri de seviyordur belki Can'ı... Tabii ki üzülmüşlerdir. Ama biliyorum ki, Can'ın bu erkenden gidişinin analizi yapılmadı. Biliyorum yapılmayacak.
Ancak ona sözüm var ben yapacağım.
Can İzmir'i çok seviyordu... O ülkesine aşıktı... Her soruna çözümü, her soruya cevabı, her söze sözü vardı.
Ama İzmir...
İzmir vefasız... İzmir kendini yürekten seven çocuklarını, çocuklarının kendini sevdiği gibi sevmiyor. Sevseydi, Can'ın "kafası atmazdı"... Can'ın yüreği sapasağlamdı... Yüreği sapasağlam olanların beyni isyan ediyor. Ama Can yüreğini, beyninin emrine vermedi. Beyninin emrine verseydi...
Evet verseydi...
Ne benim Can'ım olurdu... Ne de Can benden haberdar olurdu... Ne de bu yazı yazılırdı.
Bana göz kulak ol dedi de, ben o odaya nasıl gireceğim şimdi?
O koltuğa oturduğumda karşımda kimi göreceğim?
Benim Can'ım çok sıkkın millet...
Mİlletimin de Can'ı sıkkın...
Can artık yok... Can'ı alan, sabrını veriyor da, boşluk dolmuyor işte.
Zaten dolamaz ki?
Şimdi merak ediyorum Can ne yapıyor? Yine elinde hesap makinesi, hesaplıyor mu?
Ama hesap kitap bitti...
Baki kalan özlem... O ise "o güne" kadar bitmeyecek.
Nur içinde uyusun... Geç buldum, bağlandım erken kaybettim...
Ve biir merakım daha var...
Bu kent, kendini seven çocuklarını harcamaktan ne zaman vazgeçecek?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İÇİME SİNMİYOR, RAHAT DEĞİLİM!

  Bir ay sonra bugün “her şey bitmiş” olacak… Kim “Cumhurbaşkanı” kimler “milletvekili” öğreneceğiz. 14 Mayıs Pazar günü de umarım “demokr...