Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

22 Temmuz 2025 Salı

“MEDYALAŞAN” BASINDA Kutlanamayan Bir Bayramın Anatomisi

 

24 Temmuz 1908 (İkinci Meşrutiyet'in İlanı) 

Aslında "sansürü" kaldırmak için "yeni sansürlerin" olacağı sürecin başlangıcıdır bu tarih. Zira bu güya çok sonra "bayram" olan tarihten bir yıl sonra Galata Köprüsü üzerinde bir "Gazeteci"  ensesinden kurşunlanmıştır

Ama "Küçük Amerika olacağız vaadiyle" çok partili devre memleketi sokanlar 1950'lerde, adına "Basın Bayramı" denilen ama artık utançla "Basın Özgürlüğü için Mücadele Günü"ne dönen bir garip tarihin yıl dönümü.

Sansürün kaldırıldığı söylenen o 1908 sabahından bugüne tam 116 yıl geçmiş. Peki, gerçekten kaldırıldı mı sansür?

Yoksa sadece şekil mi değiştirdi? 

Peki 1908’den bugüne “Basın” hep özgür mü yaşadı, yaşattı!

Haydi canım ya “basının” bile isteye “medyalaşması”? Hayatında bir gün bile “muhabirlik” yapmayanların “gazeteciyim” demeleri?

Osmanlı’da sansür memurlarının gazetelerin dizgi hanelerinden kovulmasıyla başlayan o umut dolu günün, bugün “dijital parmaklıklarla” kuşatılmış “gazetecilik” ortamına döneceğini kim tahmin edebilirdi?

O gün içeri alınmayan “sansür memurları”, bugün “editör” koltuğuna oturmuş durumda. Patronlar ise sansürün yeni kılıfı: "Reklam gelirleri", "Holding dengeleri", "Siyasi çıkarlar" ve “Belediye ilanları” ... 

Ve bunların kaygısıyla, aşağılıkça geliştirilmiş, anlamından uzak “oto kontrol” faşizmi!

“Muhabirlik” yapmayana “omuzunda kamera” olmayana “gazeteci” denir mi? 

Artık denir. Çünkü basının medyalaşması, sermayenin el atmasıyla başladı.

“Gazeteci” olmayan arsız sermayenin “gazete, TV sahibi” olmasını hedefleyen 12 Eylül ve ardından gelen “tonton” faşizmi, bunu başardı.

Bugün kabzımallardan genel yayın yönetmeni de oluyor, kebapçılardan “gazeteci de”! 

Hatta sadece “basın danışmanlığı” ve “köşe yazısı” yazanlar gazetecilerin “örgütlerinde” idareci dahi olabiliyor. Olmak ne kelime güya “gazetecinin özgürlüğü” için “haykırırken” kendi çevresinde “muhalif meslektaşını” boğabiliyor!   

Basının özgür olmadığı bir ülkede; gerçeğin, hakkın ve halkın sesi nasıl duyulur? 

Bugün duyulmuyor zaten.

Duyulmaz!  

Zira artık ses değil “izinli uğultular” duyuluyor. 

“Gazeteci” denilen kişi, artık haberin değil, patronunun PR metinlerinin kuryesi.

Hakikat” yerine “manipülasyon”, “belge” yerine “dedikodu”, “objektiflik” yerine “yandaşlık” fışkırıyor manşetlerden. 

Ama bu “yandaşlık” sözcüğünü sakın sadece mevcut AK Parti Hükümetlerine yönelik düşünmeyin. Bu “yandaşlıklar” artık CHP’li yerel iktidarlara  da mide bulandırıcı düzeyde yapılabiliyor.  

Bir sütun “ilana” meslektaş canı almak helalden sayılıyor. “Basın dostluğu” yerine “medya rekabeti” meslektaşı meslektaşa kırdırıyor. Cemiyet ve örgütler de sadece bu işe yarıyor.  

Birileri bugün çıkıp hâlâ “Basın özgürdür!” diyorsa, sormak gerek:

— Hangi “basın”?

— Her sayfası patronunun cirosuna göre ayarlanan mı?

— Maaş bordrosunu “lobilerden” ya da “Avrupa vakıflarından” alanlar mı?

—Sendikasızlaştırılmış, itibarsızlaştırılmış, sansürlenmiş gazetecilerle dolu olan mı?

Bugün Türkiye'de de İzmir’de de gazetecilik” 

Her adımda bir tehdit, her haberde bir dava, her eleştiride bir gözdağı hatta sadece “gazeteci” de değil “ailesi de” hedeftir!

Ve bu karanlık tabloda asıl ironik olan şu:

"Basın Bayramı" dendiği anda, gerçekten “bayram” edilmesi gereken şeyin ne olduğunu unuttuk. 1908 Meşrutiyet’inin “sansürü” kaldırdığı “24 Temmuz’un” Cumhuriyet’e geçmiş Türkiye’de, neden 1950’de “bayram” ilan edildiğini de anlamıyoruz. Üstelik bugün hem 24 Temmuz 1908'i "Basın Bayramı" kabul edip hem de bu tarihi yaşatanların bir yıl sonra kıydığı Hasan Fehmi'yi anmak da var... 



Cehalet mi duyarsızlık mı anlaşılmaz yani! Hem İttihatçıları alkışla, hem fedailerin kıydığı canları an hem de Atatürk'ü "lider" kabul et! 

Öte yandan 1940’lar, 50’ler, 60’lar, 70’ler hep “sansür dolu” yer yer. “Sansürün” sermaye odaklı “otokontrol” oluşu ise 1980 darbesi sonrası.   

Özel TV’lerin açılması süreci, özel radyoların bir açılıp bir kapatılması, yerel TV’lerin güçlenip sonra da “Bizans” oyunlarına kurbanı, cemiyetlerin “basın ahlakı dışında siyasallaşması”, “gazeteci zengin olmaz” anlayışının yerine “zengin olmak için gazetecilik şart” ahlaksızlığının tesisi, basın patronlarının “önce kâr” prensibiyle “makyevelist” hamleleri,  “sarı basın kartlarının” gazeteci dışında “herkese “verilebilmesi, üniversitelerin “iletişim fakültelerinde” uygulamasız gazeteci yetiştirme” komedisi nedir sizce?

Oysa “bayramlar”; özgürlüğün, hakkın, emeğin, birlikteliğin günleridir.

Peki bugün, hangi özgürlük, hangi hak, hangi birliktelik kaldı?

24 Temmuz hatta 10 Ocak da artık birer utanç günleridir! 

Özeleştiri dahi yapmaktan kaçan tüccarlar, basını medyalaştıran lobiler ve maşaları utanmadan, "özgürlük" diye de bağırabilmektedir! 

Bir gazetecinin "özgürüm" diyebilmesi için “patronundan” değil halktan güç alması gerekir.

Bugün halk suskun, “basın” ölmüş “medya” kiralık, “gazetecilik” ise “gazeteci” dışında “herkesin” yapabileceği bir pespayeliğe dönmüş!

Tüm bu düşüncelerime rağmen umudum sönmedi! 

Bugün örgütler işgal edilmiş olabilir ama her “gazeteci” bir “örgüttür”. Mesele sadece "kıvılcımdır"! 

Ve gerçek gazetecilik, sansürle değil; cesaretle, halkla, gerçekle yapılır.



13 Temmuz 2025 Pazar

ANLAYAN, ANLATSIN “BARIŞ” NEREDE?

 


Daha yeni "yok yere" 12 şehidimizi toprağa verdik. 

Peki bu şehadetler nasıl ve kimler tarafından gerçekleştirildi? İnternette failler büyük başarıymış gibi, bir kazanın içine attıkları “keleşlerle” zaten fotoğraf verdiler değil mi? 

Başlarına büyük ödüller konulmuş "teröristler de" bir güzel palaskalarını çıkardı, tüfeklerini o kazana attı ve geldikleri yoldan çekip gittiler.

Kimiz biz? 

Burası neresi? 

Ne oluyor? 

Varsa “anlayan” ve “içine sindiren” bana da söylesin. 

Zira söylemler de yorumlar da bana “yapay” geliyor. Dinleyenlerin hafızalarını ve hatta o mağarada can veren şehitleri yok sayarcasına geliyor.

Ortada bir “savaş” varsa ve savaşın bir tarafı Türkler diğer tarafı Kürtler ise, peki bu daha önce söylendi mi? 

Bu “savaşa” neden olan “gerçekler” gerçekten masaya yatırıldı mı? 

Yoksa “gerçekler” rafa kaldırılıp, dayatmalar mı “gerçek” kabul edildi?

Nasıl bir zamandan ve belki de “ilahi imtihandan” geçiyoruz? Tarihin bazı safhalarında “ak” ile “kara” ve “sap” ile “saman” karışmış, karıştırılmıştı, tamam da bu kadar “kör göze parmak” olmamıştı.

Sonda söyleyeceğimi şimdi söyleyim “gördüğümüz inanın görünen değil, duyduğumuz da inanın söylenen” değil.

Havada “başka bir şeyler” var!

Haydi devam edelim şimdi.

Neyin nesi bu “PKK”?

Örgüt, 1978'de Abdullah Öcalan tarafından Diyarbakır, Lice’de kuruldu. Başlangıçta Marksist-Leninist bir çizgide, “bağımsız Kürdistan” hedefliyordu.1980 sonrası Suriye, Lübnan ve Kuzey Irak’ta kamplar kurarak silahlı eğitim aldı ve alırken de dünya emperyalizmden destek buldu. ABD, Fransa, İtalya, Yunanistan gibi…

Tarih: 15 Ağustos 1984  

Yer: Siirt'in Eruh ilçesi ve Hakkâri'nin Şemdinli ilçesi.

PKK (Kürdistan İşçi Partisi), silahlı militanlarıyla eş zamanlı olarak karakol ve emniyet noktalarına baskın düzenledi. 

Peki neden? 

Amaç, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı silahlı “halk savaşı” başlattığını ilan etmekti. 1 asker şehit oldu, vatandaşlar yaralandı. Bu olay Türkiye'de ilk defa PKK’nın adının duyulmasına neden oldu.

1980’LER – 1990’LAR

1987-1992 arası özellikle Güneydoğu Anadolu’da köy baskınları, mayınlı saldırılar, şehirlerde suikastlar yoğunlaştı. 1990’larda PKK, TSK ve korucularla yoğun “gerilla” savaşına girdi. Binlerce asker, polis ve sivil hayatını kaybetti. Devlet “Olağanüstü Hal (OHAL)” uygulandı, köy boşaltmaları, koruculuk sistemi genişledi. Doğru amaçla büyük yanlışların kapıları da ne yazık ki açıldı.

“Uluslararası güçler” 1999 yılında, bir anda “karar değiştirip” ABD’nin desteğiyle Öcalan’ın derdest edilmesini sağladı. 15 Şubat 1999’da Kenya’da Nairobi Havalimanı’nda Abdullah Öcalan, MİT operasyonuyla yakalanarak Türkiye’ye getirildi. İmralı Cezaevi’ne konuldu ve müebbet hapse mahkûm edildi.

PKK kurucusunun yakalanması üzerine 1999’da "tek taraflı ateşkes" ilan etti ve güçlerini Irak’a çekti. Ama “ateşkes” aldatmacaydı ve örgüt için sadece “zaman kazanıp derlenip toparlanma” süreci anlamına geliyordu.

2004’e gelindiğinde “ateşkes” bozuldu ve örgüt “terörüne2004’te yeniden başladı. 

2009 yılında ise yine bir “sürpriz gelişme” gündeme düştü. “Demokratik Açılım, Çözüm Süreci” adıyla yeni bir yola girildi. 

Diyarbakır’da “Habur Olayı” adıyla hafızalardan silinmeyecek ve devletin, devlet olma görüntüsüne zarar verecek anlar yaşandı. Haklı ulusal tepkiler yüzünden bu “garip süreç” sekteye uğradı.

Sadece 4 yıl sonra bir adım da örgüt lideri tarafından atıldı. 2013 yılı Nevruz’unda Öcalan “silahlar sussun, siyaset konuşsun” mesajı verdi. Ardından 2015’te “Dolmabahçe Mutabakatı” ile süreç somutlaşmak üzereydi ama, olmadı, olamadı yine!

PKK destekli HDP’nin 7 Haziran seçimleri sonrası yükselişi sonrasında çatışmalar başladı. Ardından örgüt, bazı kentlerde “öz yönetim” ilan etti, hendek ve barikatlarla şehir savaşları başladı. Devlet bu bölgelerde sert askeri müdahale başlattı (Sur, Cizre, Silopi operasyonları). 

Tüm bu olaylarda olan yine Türk, Kürt demeden yurttaşlara oldu!

Peki “bugünlerde” neler oluyor, yeniden “sorun” çıkar mı? Yoksa içinde “halkın” olmadığı “taraflar”, başka “çalıp” başka mı “oynuyor?

2020’den itibaren bölge konjonktüründe PKK, Irak ve Suriye'deki varlığıyla bölgesel aktör haline geldi. Yurt içi etkinliği azaldı, TSK’nın sınır ötesi operasyonları (Pençe, Kapan serileri) etkili oldu. DEM Parti’nin meşru siyaset kanalı olarak öne çıkması, örgütle arasındaki bağlar tartışma konusu haline de geldi.

2025 Temmuz’unda, PKK’nın sembolik “silah bırakma” açıklamasıyla, belki de 40 yıllık silahlı mücadelenin kapanışı gündeme geldi. 

Süreçle ilgili bir şeffaflık yok ne yazık ki, sadece “muktedirler” konuşuyor ve biz halkın her dediklerine inanmamız bekleniyor.

Oysa 1984 Eruh-Şemdinli saldırıları, sadece birkaç askerin değil, bir ülkenin 40 yıllık gündeminin değiştiği milattır. Bu süreçte 40 binden fazla insan hayatını kaybetti. Milyonlarca yurttaş göç etmek zorunda kaldı, binlerce köy boşaltıldı. Türkiye’nin iç siyaseti, toplumsal yapısı ve dış politikası derinden etkilendi.

ÇÖZÜMSÜZ VE ASIRLIK SORUNLAR 

Peki neden böyle oluyor? 

Gündemde olmayan “başka amaçlar mı” var? Acaba “tarih” didiklense, çok partili hayata geçişimizden bugüne sosyo ekonomik süreçlerimiz yeniden masaya yatırılsa ne olur?

Kim ne derse desin “bu işin içinde başka işler” var! 

O kadar çok can yandı ki… Bu bir çırpıda unutulacak bir gerçek mi? Onca dizi film, sinema filmi, araştırma, parlamento ve meydan konuşmalar, “ip atmalar” ve her şeyden önemlisi yavrusunu kaybetmiş analar babalarla, kolsuz, bacaksız kalmış onca “gazinin” içi nasıl soğur ki?

Ya “şehitlikler” ve o mezar taşlarında yazanlar?

Hani “barış” deniyor ya? Sanki “savaş” varmış da… 

Kahpe terörün” adı “savaş” olmuş da… 

Hani “Türk’le Kürt” savaşıyor muş da? 

Peki “Türk ve Kürt” 40 yıldır savaşıyorsa, onca Kürt arkadaşım nasıl oldu? Hangi Kürt, zengin olmak, mevki makam sahibi olmak istedi de “olamadı”? Bugün genel siyasette, devlet ve orduda, polis ve sağlıkta Kürt soylu yok mu? Odalarda, akademide, pazarda yok mu?

Hem “Kürt sorunu yok, terör sorunu var” diyeceksiniz hem de “terör" sorununun çözümünde "muhatap" olarak Kürt yurttaşları alacaksınız, anlayan var mı?

Şimdi söyleyin bana iktidar ve ortaklarının muhatabı kimler? Türkler mi Kürtler mi?

Peki asırlardır oynanan “oyunlar” ne olacak?

Köy Enstitüleri’ni kapatanlar sonradan belli ki, “terörün” sebepleridir. 1950 sonrası Kürt yurttaşların yaşadığı Güneydoğu ve Doğu bölgesine mi “hizmet” götürülmüş, yoksa “kuldan kulluk isteyen” feodal düzenciler mi? 

Ağaların, beylerin, şıhların keyfi olsun diye “maraba sistemini” kaldırmış mı 1950 sonrası sağcı, solcu iktidarlar?  

Mezra” denen ilkel yerleşim birimlerinde yaşamayı bölge insanlarına reva görenler ne olacak?

Yıllarca devletten “işletme kredisi” alıp, bölgede fabrika, işletme kuracağına İstanbul mekanlarında "ezen" görgüsüz ağa bozuntularına” ne demeli? 

Okulsuz, hastanesiz bırakılan, gelecek düşleri kurmalarına izin verilmeyen o sessiz insanlar bizim yurttaşımız değil miydi? 

O bölgeden çıkan "siyasetçiler” neden “batıda” yatırım yaptı da doğduğu yerde yapmadı?

“Türk Kürt Kardeştir, emperyalizm ve yerli işbirlikçileri kahpe kalleştir”!

Bugün Ortadoğu yeniden şekilleniyor, hiç olmayacak şekilde İsrail, bölgede "Vadedilmiş topraklar" olarak da anılan "Arz-ı Mevud" peşinde koşuyor?

Merak ediyorum beş yıl on yıl içinde rejimler daha “federal” olup yeni bir sistem peşinde mi emperyalizm? Silahla yapamadığını, yalanla, iftirayla yapamadığını, iç savaşla, katliamlarla yapamadığını acaba “uzaktan kumandalı devletçiklerle mi” yapmayı hedefliyor “emperyalizm”!

Ortada bir “samimiyetsizlik” var ama, “perde açıldı”.

AK Parti, MHP ve DEM Parti “beraber yürümeye” karar verdi.

Aman ne mutlu! Artık “beraber yürüdük üçümüz bu yollarda” şarkısını söylerler!

20 yıl boyunca "PKK ile görüşmedik" diyenler, şimdi Kürt halkına “demokrasi”, “kardeşlik” ve “çözüm” vaazı veriyor üstelik de  “PKK ile anlaşarak”!

Ve İmralı’daki “sözde önderin” gölgesine methiyeler düzen yeni bir düzen…

Ya MHP ne diyor?

Açıkça bir şey demiyor. Ama sustuğu yerde “evet” diyor.

Çünkü “terörü bitirecek her adıma varız” bahanesiyle milliyetçiliği oportünizme rehin veriyor.

DEM Parti ne diyor?

“Bu bir ittifak değil, süreç iş birliği.”

İyi de siz yıllarca “AKP çözümsüzlüğün adresi” demediniz mi?

Şimdi hangi çözümün ortağısınız?

DEM’li Belediyelerle barış yapamayanlarla ülkeye “ne çeşit” bir barış mı gelecek?

DEM “gerçeklerde" samimi olsaydı, “silah bırakıldığında” şehitlikleri ziyaret edip karanfil bırakırdı.

DEM “samimi” olsaydı, 1924’ü değil 1950 ve sonrasını irdelerdi!

Bu sürecin adı: “Barış” değil “uzlaşma”, ama “gerçekte” kiminle, kimlerle?

“Beraber Yürüyenler” gerçekten “terörsüz Türkiye” amacında mı, yoksa son 100 yılın gerçeklerini alabora edip, “Kuvvai Milliye” ve “Atatürk” mefkuresini yok etme derdinde mi? Daha düne kadar “şafak operasyonlarıyla” derdest edilen DEM arkadaş” oldu iktidara, ama hedefte Atatürk’ün “eseri” CHP var artık! 

CHP ise kendi iç dertleriyle öylesine hemhal ki, içindeki “riyakarları” da göremiyor.

CHP’li İzmir Belediyesi bile öylesine tuhaf ki, böyle bir süreçte “100. Yıl” dokulu “anı evini” kapatıyor, “İzmirli Terör Şehitleri” için bir sergi yapacağına mesela “Mutfak Müzesi” kuruyor. Yani “bir elinde cımbız bir elinde ayna umurunda mı dünya” misali!

Bu ülkede “ilkeler” değil, “ikballer” üzerine ittifak kurulur.

Ve ne zaman iktidar zora düşse, “Kürt meselesi” masaya getirilir.

Çünkü bu masa, iktidarların can simididir.

Ama sonunda hep halk kaybeder: Türk’ü de, Kürt’ü de.

Bu bir barış değil, bir pazarlık masasıdır.

Ve halk, yine bu masada yoktur.

Yalnızca seyircidir.

Ama “tarih”, bu sürecin fotoğrafını çekti.

İsimleri, sıfatları, susanları, alkışlayanları not etti.

Ve bu millet, günü gelince sorar:

“Kimlerle yürüdünüz siz o yolları?”







10 Temmuz 2025 Perşembe

YENİ "HAYAT" ANLAYIŞI: İnsan Olduğunu Unut!

 

"Konuşsam tesiri yok, sussam gönlüm razı değil.

Zaman kötü, aktörler kötü, söylemler yalan, kırılmış hayaller, içinde adam olmayan elbiseler... "

Ve bunun adı "Hayat", öyle mi?

Oturduğumuz yerden, itiraz etmeden, 'kral çıplak" demeden izlemeye devam mı edelim alem-i cihanı?

Kardeşin kardeşe, kızın anaya, oğlanın babaya, dostun dosta "kazıklarını mı" dinlemeye, izlemeye devam edelim, uzaktan kumandalı Bizans medyasından?

Ya da adı "İzmir" olan ama İzmir'in “işgal ve imhasını” görmeyen "sözde" aydın ve "tüccar" kalemlerle mi umutlanalım gelecekten?



Ya geçmiş?

Geçmişi unutarak mı yoksa yeniden hatırlayarak güç ve moral toplayarak mı yürümeli?

Sosyal medya, telefondan ama sessiz iletişimle mi yön vereceğiz yarınlara?

Hani "kahvenin" 40 yıllık hatırı?

Hani "ekmeğin" bölüşerek lezzetlenmesi?

Hani aynı "çorbaya" kaşık sallamanın keyfi, anlamı?

Boş vermeli belki de olan bitenleri! 

Nasılsa artık “insan olmanın” farkı kalmadı “yaratılmışlar” içinde. 

Asıl olan sadece “para var” ya da “para yok”! 

Birine destek amaçlı söz mü verdininiz mesela?

Sakın tutmayın sözünüzü! 

Söz verip tutmak nedir yahu? 

“Demedim, söz vermedim” der, bir de üstüne sözü hatırlatanı “müfteri” ilan edersiniz. 

Nasıl olsa “mağdur” mağdurluğunu kanıtlamak zorunda. 

“Yok sayın” huzura erin, hatta "Cuma namazına da" gidin.

Ya da bugün “ak” dediğinize yarın “kara” demeniz mi gerekiyor? Düşünmeden deyiverin, yeter ki “akın kara” olması size "dünya nimetleri" kazandırsın. Nasıl olsa "yer" bu toplum. Mesela "halkçıyım, halkımı çok seviyorum" diye yazıp, altına da "halkın artık erişemediği" nimetleri yerken ki fotoğrafınızı iliştirin. İnanın "beğeni rekoru" kırarsınız!

Sakın eski yazarların o muhteşem eserlerini, klasik romanları, denemeleri falan okumayın...

Maazallah “öğrenirsiniz” ve hatta “insan” olduğunuzu bile hatırlarsınız da kendinizi “zindandan” önce “yapayalnızlıkta” bulursunuz.


Veya tarihteki sorunlardan ders çıkarmak mı istiyorsunuz?
      

Asla yapmayın, “tarih” geçmişte kaldı, önemli olan “gündür” ve o gün de önemli olan ne kadar çok “yalan” söylerseniz, takılacak “namertlik madalyalarıdır”!

Emin olun belki gelecekte “adınız” geçmeyecek ama, siz yaşarken "hesap" etmezsiniz en azından borçları, kredileri, azı çoku!

Neyse "mış yapın" hep...

İnanmasanız da "inanmış görünmek" kadar kârlı ne olabilir konjonktürde?

Bu yazının başında ne demiştim? 

"Söylesem tesiri yok, sussam gönlüm razı değil!"

İşte bu kadar!

Yiyin hanımlar beyler yiyin, ama merak da etmeyin sakın, "patlamazsınız"!







13 Haziran 2025 Cuma

SÖYLEM “DEMOKRAT” AMA YAKLAŞIM NE OLA Kİ?

 



“Zalim” kime denir? Kısaca “zulmedene” değil mi?

Peki zulüm nasıl olur?

Döverek mi? İşkence ederek mi?

Belki eski çağlarda böyleydi. Halka “zulüm” yaparak hakkını istemesi önlenirdi. Hatta bu zulümler bazen öyle hal alırdır ki, hükümdar, halk bir şey istemesin diye “şükür ve sabır” sözcükleriyle dinsel inancı istismar ederdi. Ancak burada tarihten bugüne açık ya da gizli “ruh hastası” hükümdarları da hatırlatmak isterim.

Her ne kadar çağ değişse de “demokrasi” diye “bir şey” icat olsa da içinde “zalimlik” olanlar bu çağda da bazen dinsel inançları bazen de “ideolojileri” kullanabiliyorlar.

“Demokrasinin” bizim gibi “her mahallede milyoner yaratmak” için ve bol bol “Amerikan süt tozu” içilmesi için getirtilen ülkelerde ise “hükmedenler”, genellikle “halka inmeye” çalışan bezirganlar oldu, oluyor hep.

21. asrı yaşıyoruz ama bazen önceki asırların alışkanları hortluyor sanki toplumsal yaşamda. Hatta yozlaşma, kötülük ve aldatmalar da inanılmaz artabiliyor.

Siyaset ise tam bir bilgi, donanım dışı uğraş oldu.

Adı konmamış feodal ilişkiler, nepotik hastalıklar ve bilimin, bilginin, liyakatin, merhametin yerini, alabildiğine dolduran “biat” beklendikleri.

Tabii ki yazık ama Türkiye’nin yaşadığı “demokrasi hikayesinin” satır aralarına bakınca, bugünün, dün hazırlandığını da anlayabiliyoruz.

Bu yüzden de her sabah, dünü özleyerek uyanıyoruz çoğu zaman.

İzmir ise, alışkanlıkları, kırmızı çizgileri ve beklentileriyle aslında artık “farklı” olmadığını da bir süredir koyuyor ortaya. Biz yani İzmir halkı, belediye başkanının gözünde, Roma arenasında, gladyatör döğüşü öncesi ekmek bekleyen fakir ama “Romalı” yurttaşlarız tarihte ilk kez!

Düşünün lütfen, “gidene ağam, gelene paşam” sözünün İzmir gibi özel bir kentte bu kadar yerleşeceğine kim inanır?

Daha dün Tunç Soyer “başkan” iken, salya sümük “başkanım” diyenlerin arasında bugün, Tunç Soyer’e en çok saydıranlar yok mu? Mevcudiyetini, abat oluşunu Tunç Soyer’e, Aziz Kocaoğlu’na borçlu pek çok “sözde demokrat” ne yapsa “en muhteşem başkan Cemil Başkan” demiyor mu bugün?

Baştan aşağı bence “kurgu” olan bir grev yaşandı.

Hiç itiraz etmeyin grev, bir sonuç değil bir bahane olarak projelendirildi.

Cemil Tugay’ın bir proje insanı, İzmir sevdalısı olduğunu kimse iddia etmemeli zira Karşıyaka’da nasıl “başkanlık” yapamadığını şimdilerde sıkça duyuyoruz. Demek ki CHP üst aklı hiç ilgilenmemiş. Bugün Cemil Bey ve avenesi sıkça “performans” diyor ama, Karşıyaka’daki “performanslardan” kimse bahsetmiyor.

Zaman içinde size pek çok ayrıntı yazacağım. Amacım tarihe kayıt düşürmek.

İzmir’deki “trol rüzgarının” ardını da anlatacağım, ideolojik olarak yetersiz bir başkanın, “AK Parti kodlarıyla” nasıl “içerinden” yeniden ama “kötü kopyalama” ile “yazıldığını da”.

Bugün İzmir’de “sosyalist” ya da “komünist” olduğunu iddia eden pek çok kalemin, durumu ancak “kişisel bağlantılarla” ve ardını düşünmeden yazıp konuştuğunu da biliyorum.

Ama dedim ya tek amacım tarihe kayıt düşürmek.

Cemil Tugay ve “üst aklı” mazbatasını aldığı gün, bugünleri kurgulamaya başladı.

Yakın kadrosuna topladıkları ya kendine benziyor ya da “başka odaklardan dayatma”.

Cemil Tugay İzmir’i asla İzmirce yönetmiyor hatta yönetmek de istemiyor.

Bir basın toplantısı yapmış Hazret.

Artık basın toplantısı mı yoksa “ben konuşayım onlar dinlesin, sonra da aynen yayınlasın” görüşmesi mi emin değilim. Lakin bu buluşmada öyle bir “sosyal demokrasi jargonu” kullanmış ki, aşk olsun.

Bu nasıl bir yetenektir anlayan bana da anlatsın. İletişimden kaçacaksın, çalışanlarına “lanet” okuyacaksın, işçilerin hak eyleminden dolayı halkı kışkırtacaksın, sonra da “ben sosyal demokratım, canım halkım” diyeceksin.

Ama inananlar var… 

Hem de ne inananlar.

Olabilir, zira tarihte “kim olursa olsun” herkesin taraftarı olmuştur. Nasıl olsa “son pişmanlık” biz halk için fark etmiyor.

Cemil Tugay yaptığı “mono” açıklamalarda “halk komitesinden” bahsetmiş, hani sanırsın “terzi Fikri” …

İşçi sayısından bahsetmiş, çalışan çalışmayandan bahsetmiş, çalışma arkadaşlarının ferasetini anlatmış, sendikacıların yakınlarını “atacağını” vurgulamış ve üzerine de bol bol Hindistan cevizi gibi “sosyal demokrat” olduğu iddiasını serpiştirmiş.

Üstelik öylesine bir kibirle de “bunu ben yaptım, ben düşündüm, Türkiye’de de dünyada da yok benim buluşumun” demiş ki, hani doktor ya? Sanki “ölüme” çare buldu!

Hep diyorum yine diyeceğim, gömlek yanlış iliklenmeye başlarsa görüntü iğrenç olur. Cemil Tugay “başkan” olmadı İzmir’e, Cemil Tugay İzmir’e “hükmeden” olmak istiyor!

Haydi buyursun cevap versin, düne kadar kendine üstelik belden aşağı da saldıran, hükümetin müteahhitleriyle iş tutuyor diye yürüyenlerle şimdi nasıl “can ciğer”? İzmir Basınında “çizeceğim, yok edeceğim” dediği en az 10 gazeteci vardı, ne oldu şimdi?

Haydi buyursun cevap versin, CHP’li olduğunu iddia eden Tugay, nasıl oluyor da “sosyal demokrat belediyeciliğin” kilit noktalarına “AK Parti kokulu, gizemli” insanları oturtuyor?

Haydi buyursun cevap versin, kendisi mazbatayı aldıktan sonra o “mağdurum ben mağdurum” dediği işçi sayısına kaç işçi ekledi? Hangi şirketlere koydu?

Haydi buyursun cevap versin, parasızlıktan bu kadar dert yanarken, üç beş entel sevinsin diye, “et göremeyen” halka “gastronomi müzesi” açıp güya “kültür” dergisi yayınlayıp, İzmir’in namlı “tüccar akademisyenlerini” toplaması ne iş?

Haydi buyursun cevap versin, madem işçi alımlarında “halkın” düşüncesine önem veriyor, peki Kültürpark gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik, sosyal bağımsızlığını vurgulayan bir ortamı, neden “bir ailenin” keyfine bırakıyor? “Lego Land” gibi pahalı bir saçmalığı nereden çıkarıyor da na hak yere lunaparkı yok ediyor? Cemil Tugay uluslararası kapitalizm ile kendi muhteris arkadaşlarının arasına mı sıkıştı?

Haydi buyursun cevap versin, gerçekten Burhan Özfatura, Yüksel Çakmur, Ahmet Piriştina, Aziz Kocaoğlu, Tunç Soyer dönemlerinin ayrıntılarına vakıf mı?

Haydi buyursun cevap versin, İzmir kültür dünyasını sadece koleksiyoner, antikacı, gastro uzmanı olduğunu iddia eden ve bugüne kadar İzmir’de hep “kenarda köşede kendi kovalarına su doldurmuş” arkadaşlarıyla mı anlayacak?

Haydi buyursun cevap versin, mobing, sürgün, yalan raporlarla bugüne kadar kaç çalışanının hayatını berbat etti?

Haydi buyursun cevap versin, yerel ya da ulusal medyaya özellikle “grev” zamanı ne kadar kaynak aktardı? İzmir Gazeteler Cemiyeti’ni “arasındaki çatlak seslerden” dolayı uyardı mı? Cemil Tugay ve avenesinin her çeşit zulmüne susan Cemiyet Başkanı Dilek Gappi dostum eski “Tansaş’lı” günlerini mi hatırladı yoksa?

Ama dikkatinizi çekmek isterim ki Cemil Tugay’la birlikte İzmir’de “muhalefet” kesildi. Hükümet partisinin bu kadar cılız muhalefet yapması aklıma başka sorular getiriyor da onları da zaman içinde sorarız. Acaba Binali Yıldırım’ın İzmir ekibine mi sormak lazım? En son Ak Parti İl Başkanı Saygılı’nın açıklamaları ve yanıt veren CHP’li Altan İnanç’ın karşılığı beni sadece güldürdü. Özlemişim sıcak günlerde “Hacivat Karagöz” atışmalarını.

“Yeni CHP” ürünü Cemil Tugay anlaşılıyor ki ülkenin toplumsal zorluklarını bilmiyor. Şimdilik bin civarında çalışanın ekmeksiz kalmasını hiç de kafasına takmıyor, “mış” gibi yapıyor. Bir yıldır belediye içinde yarattığı korku, nefret ve huzursuzluk havası da belli ki işine geliyor. Lakin bu “bin” sayısının aratacağını, bazı şube müdürleri (isimleri bende mevcut) bazı daire başkanları (isimleri bende mevcut) ve özellikle iki genel sekreter yardımcısının bu “tarihi kıyımda” rol aldıklarını zaman içinde göreceğiz.

Cemil Tugay yaşıtım, üstelik tuttum oy da verdim ki çok pişmanım. Ama unuttuğuna emin olduğum bir söz var “zulümle abat olanın ahiri berbat olur”. Çok fazla beddua aldı. O da arkadaşları da. Ve “cehennem” dünyadadır, son nefes ise çok gizemlidir.

Ne diyelim? Sap Döner, Keser Döner, Gün Gelir Hesap Döner!

10 Haziran 2025 Salı

BAŞKANLAR HAZİRANDA MI ÖLÜR


Merhum Ahmet Piriştina da haziran da ölmüştü… 

Beş yıl boyunca yer yer sert muhalefet yaptığım güler yüzlü başkan. 

“O günü” ömrüm oldukça unutamayacağım. 

İzmir TV’deki “Sabah Resimleri” yayınım bitmiş, soluğu o sıcak gün, köşe yazdığım Haber Ekspres Gazetesi’nde almıştım. Sabah kahvesiyle İzmir dedikodusu yapıyorduk Genel Yayın Yönetmeni Süleyman Gencel’in odasında. Macit Sefiloğlu ve Serdar Öztürk de vardır odada.

2004 Yerel Seçimleri sona ermiş, Ahmet Bey yeniden ve beklendiği gibi “başkan” seçilmişti. İlk döneminde muhalif, seçimde de rakibi olduğumdan, yeni dönemde nasıl tavır alacağımı mı konuşuyorduk bilmiyorum? Ama “o gün” sonrası gün İzmir Sanat’ta görüşmemiz olacaktı Ahmet Başkan’la.

Birden buz kesiti ortamı. 

Galiba Macit ağabey söyledi haberi ki o an ayaktaydım. “Piriştina ölmüş”!

Sendeledim, yakındaki koltuğa çöktüm ve ağzımdan istemsiz “ben şimdi ne yapacağım” sözü çıktı. Dayım Cumhur Utkan, Ahmet Piriştina’nın Genel Sekreteri idi. İlk telefon eden o oldu ve bana “çabuk evine git ve dışarı çıkma” dedi. Neden dedi hala anlamam ama gittim ve kendimi eve kapattım.

Aylardan hazirandı ve hava çok sıcaktı…

Gülmek” her insana yakışır ama bazılarına daha çok yakışır. Ahmet Piriştina’ya “gülmek” yakışırdı. Onca eleştiri yaptım, başkanlık yöntemlerini eleştirdim, dalga bile geçtim konuşarak, yazarak… 

Ama bir gün bir an bile karşılaştığımızda bana sert baktığını, somurttuğunu hatırlamıyorum. Ne zaman yayınıma davet etsem, mutlaka gelirdi. 

Ve gülmek çok yakışıyordu…

Başkan Piriştina haziranda öldü!

Tam 21 yıl sonra “gülmenin” çok yakıştığı bir başkan daha öldü Haziran’da.

Bu kez yas tutan Manisa oldu. Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek öldü. Hem de kimsenin aklına gelmeyecek bir sonla. Ama şair demiş ya “neylersin ölüm herkesin başında, uyudun uyanmadın olacak, nerede, nasıl, kaç yaşında…”

Aslında “mutlak sonun” acısını hafifletmek için belki; belki de “gerçeği” vurgulamak için “ölüm geldi cihana, baş ağrısı bahane” sözü de söylenmiş. Ama ne söylenirse söylensin, böyle ölüme kahrolunmaz mı?

Tanımıyorum, karşılaşmadım, konuşmadım. 

Mümkün olduğunca takip ettim, videolarını izledim. 

Ama daha çok İzmir’in değerini bilmediğinden, merhum Zeyrek’in fark edip Manisa’ya kazandırdığı eski kardeşlerimden öğreniyordum başkanlığını.

Farklı” olduğu muhakkak ama en dikkatimi çeken “gülmesi” … Despot, ceberut, kibirli yaklaşımları olmamış hiç. 

Tıpkı Merhum Piriştina gibi “ortak aklı” ama “Manisa’nın aklını” hep önde tutmuş. 

Kişisel iradesini, başkanlığına hep eklemiş. “Manisa’yı, Manisa yönetmiş” onunla. 

Ülkenin ekonomik çıkmazını bildiğinden, Manisa’da “sosyal yardımlaşmayı” İzmir’den getirdiği kendi gibi genç ve idealist bürokratlarıyla “marka” yapmış. 

Ayrım asla yapmamış, yönetiminde liyakate öncelik vermiş, iki yüzlü, kinci, menfaatçi yaklaşım sergilememiş, sergileyenleri yanından uzaklaştırmış. Hani İzmir’de “başkan” olsaymış belki de “ikinci Piriştina” denebilirmiş. 

Ne yazsak ne konuşsak boş artık. 

O “dünya hayatını” erken de olsa bitirdi, geldiği toprağa döndü. Şimdi yine gülmenin yakıştığı, sevgili kardeşim Güney Temiz ile buluştu Başkan Zeyrek. Semadan Manisa’ya bakıp bakıp izleyecekler belki de.

Çok zor da Allah önce çocuklarına, eşine, ailesine sabır versin. Bunca sevgi, bunca dua elbet rahmet olacak.

Ama “takıldığım” ölümün ayı… 

Gülmenin aynı şekilde çok yakıştığı iki başkan da Haziran’da öldü.

Ne var arkadaş bu Haziran’da?  

6 Mayıs 2025 Salı

KILAVUZU KARGA OLANIN…

 

*** Okuyacağınız satırlar, bazı meslektaşlarım ve bazı CHP’li kodamanlar için “şahsi duygularla” yazıldığı iddia edilecek olsa da İzmir’de doğan, İzmirli oğlu İzmirli, 30 küsur yıllık gazeteci kalbim ve kalemimle yazdım. Bazı tufeylilerin iddiaları ise, benim için sadece acınacak yaklaşımlar olacaktır! Ben "hancıyım" okuyacaklarınız "yolcu"!

31 Mart 2024 yerel seçimler öncesi, CHP’nin güya ve sözde “değişimci” değişimiyle yürütülen “aday belirleme sürecinden” beri hep yazdım, konuştum. Nasıl bedeller ödediğimi de bir ben bilirim bir de Allah… 

Dostlarım demiyorum, zira artık hayatımda “dost” gibi dost da kalmadı gibi. 

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen, aslında fiili siyaseti Karşıyaka Belediye Başkanlığı ile başlayan ama bu süreci de şimdilerde öğreniyoruz ki, oldukça gizemli geçiren Cemil Tugay, daha ilk günden “rengini” belli etti. 

Özfatura, Çakmur, Piriştina, Kocaoğlu ve Soyer dönemlerinde asla olmayan, olması dahi “ayıp” sayılacak “insani ilişki kriterleri” ile Cemil Bey, daha şimdiden “gök kubede hoş sada” bırakamayacağını tescilledi. 

Burhan Özfatura sağcıydı hem ANAP’tan hem de DYP’den başkan seçilmişti. Ama hatırlayın, kadrosunda SHP’li bürokratlar vardı. Yüksel Çakmur SHP’li solcu başkandı. Ama kadrosunda ANAP’lı, DYP’li hatta MHP’li bürokratlar bulunuyordu. Rahmetli Ahmet Piriştina hem DSP hem de CHP’den seçildi. Ama kadrosunda sağdan, MHP’den bürokratlar çalıştı huzurla. Aziz Kocaoğlu yıllarca CHP’li başkandı, çalışanlarını asla siyaseten ayırmadı, ele güne muhtaç etmedi, disiplini hele de mali disiplini hiç elden bırakmadı.  Tunç Soyer, CHP’den ciddi oyla başkan seçildi, ağzından çalışanlarına kem söz çıkmadı bir kez. 

Bu başkanların dönemlerinde Turgut Özal, Deniz Baykal, Tansu Çiller, Kemal Kılıçdaroğlu partilerinin genel başkanlarıydı. 

Ama Özgür Özel’li CHP ile başkan olan Cemil Tugay, tanınmamışlığının, bilinmezliğinin getirdiği güya avantajla sadece CHP’li olduğu için belediye başkanı oldu olalı, artık sıkça söylenen söz “akrep akrebe etmedi, CHP’linin CHP’liye ettiğini” oldu bugün. 

Hemen söylemeliyim ki, Özgür Özel de Türkiye'de “çok tanınan” ve “çok bilinen” bir siyasi aktör değil. Genel Başkanlığa bence donanımı değil “çok ve kafa karıştırıcı nutuklarıyla” çıktı.

Cemil Tugay bir kez daha çalışanlarıyla “savaşa” tutuştu. Ama ne yazık ki, işçi sendikaları, söz konusu "CHP’li başkan" olunca “bir adım ileri, iki adım geri” hareketleriyle tarihe geçtiler. 

Büyükşehir’in “kaptanı”, dümeni kırmış... 

İşçinin emeğine, alın terine değil, belki de tarihte ilk kez İzmir dışından gelecek “talimatlara” bakıyor artık umarsızca.

Cemil Tugay “umut mu, muamma mı”? 

Seçim sonrası, her şeye rağmen çalışanlar sandılar ki, masa başında kararlar alınırken emekçinin sesi de duyulacak. 

Ama ne mümkün. 

Kılavuzu karga olanın burnu ne olurmuş? 

Bugün kılavuzlar teknokrat, danışman kılıklı kariyer heveslileri, asıl amaçlarını gerçekleştirmek için belediye hafızasına çökenler, Özgür Özel ve şürekasının, oradan buradan yolladığı tipler, eski uzman çavuşlar, üç kuruşluk ilanlarla “tetikçi” ve “alkışçı” seçilenler!

Sahayı bilmezler, işçinin neyle sınandığını bilmezler. Bakarlar bütçeye, kısmaya...

 Ama o kısılan şeyin “can” olduğunu anlamazlar.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde, Tugay’ın yönetiminde ilk çarpışma, çalışanla, memur işçi emekçilerle oldu. Didişme değil bu, bildiğin hor görmeydi. “Sen Tunç Soyercisin” diye kaç emekçi sürüldü, korkutuldu, emekliliğe zorlandı. 

Bilen, araştıran var mı? Yok tabii, en kolayı “alkışlamaktı”. 

İzmir tarihinin en yoğun, planlı ve organize “mobingleri” yaşandı, yaşanıyor. Tek tek “hikayeler” var elimde. Ama yazamam, anlatamam. Zira, Başkanından Genel Sekreterine, Genel Sekreter Yardımcısından Daire Başkanına, Müdüründen Şefine kurmuşlar “Gestapo”, maazallah! 

Tarih yazmaz bir CHP’li başkanın bir önceki CHP’li Başkanın yaptıklarına zulmü… Vallahi AKP böylesine zulümkâr değil! 

“Liyakate” değil, “itaate” bakan anlayış İzmir’de de başladı. 

Kim ne yaparsa yapsın, yeter ki tepeden geleni sorgusuz uygulasın. 

Soru soran, itiraz eden, “ama” diyen hemen fişlendi. Hakkını arayan işçi, “sorunlu personel” damgası yedi. Halkın emanetlerini koruyan, yaz sıcağında klimasız birimlere sürüldü

Sendikalar mı? 

Onlar da çoktan çorbayı içmiş, kaşığı bırakmış. 

Çalışanın hakkını savunması gerekenler, “Aman başkanla aramız bozulmasın” derdinde. Hatta “başkanla aynı yoldayız” itirafını bile açıkça yaptılar! 

Ya İzmir’deki diğer siyasi partiler, belediye meclislerindeki “muhalefet”? 

Esameleri bile doğru düzgün okunmuyor. 

CHP’nin İzmir milletvekilleri ne yapıyor? 

Onların bugüne dek İzmir’de bir yaralı parmağı sardıkları görülmüş müdür? Hele ki başkanları kendileri belirlemişken… 

CHP’nin en azından İzmir’de beş yıl önceki “demokrasiyi” bile istemediği çok belli, zira hesaplar İzmir’i Manisa’nın ilçesi yapmak galiba! Bunun için de bir “geçiş elemanına” ihtiyaç vardı, sıhhi olsun diye de “doktor” bulmuşlardır belki? 

Peki size bir soru ey bu yazıyı okuma cesareti gösteren yurttaş, bir yanda emeğin onurunu taşıyan insanlar, diğer yanda “tasarruf” adı altında insan öğüten politikalar. 

Siz hiç gecenin bir vakti otobüs yıkayan, sabaha karşı sokak süpüren insanla konuştunuz mu? “Ev kiramı şimdi nasıl ödeyeceğim” diyen bir işçiyi dinlediniz mi? Tugay dinlememiş belli ki. Dinlese, bu kadar hoyrat olamazdı. Maaşı “kira miktarı” olarak bile ödemeyen bir belediye yönetimi! 

Çalışan hakkını isterken sadece para istemez. Onur ister söz hakkı ister muhatap ister. Ama İzmir’de şu an ne bunlar var ne de bunları gözeten bir mekanizma. Sözüm ona demokrat belediye, kendi içindeki demokrasiyi çöpe atmış. “İzmir’in vizyonu” diye lanse ettikleri şey, işçinin cebinde üç kuruş eksilirken sosyal medya görseline filtre basmak olmuş.

Ve sözüm sana “alkışçı medya”! 

Gazetecilik artık bülten okumak oldu. Belediyenin gönderdiği metinleri kopyalayıp geçen sözde kalemşorlar var. Oysa halk gazetecisi, işçinin yanında olurdu eskiden. Şimdi ise neyin telaşındalar acaba? Bu riyakâr düzeni eleştiren meslektaşı yok sayma telaşı olabilir mi mesela? 

O yüzden de belediyedeki bu iç yangınından kimsenin haberi yok. Olan biten, işçinin WhatsApp gruplarında dönüyor sadece. Onları da “yukarı” ihbar edenler genel sekreter yardımcısı bile olabiliyor artık! 

Bu yol, yol değildir. 

Belediye, çalışanla didişerek değil, el ele yürüyerek güçlenir. Sendikalar sesini yükseltmezse, basın gerçekleri yazmazsa, yarın çok geç olabilir. Çünkü kılavuzu karga olanın sonu hiç de iyi olmaz! O “kargalar” kendini kılavuz seçeni uçurumun dibine de yollayabilir! 

Ama unutulmasın: İzmir, bir şehri yönetenin değil, onu emek emek inşa edenlerin şehridir. 

Sessizlik, zalimin zırhıdır.

Ve unutmayın: Korku yayılır, ama cesaret bulaşıcıdır.


“MEDYALAŞAN” BASINDA Kutlanamayan Bir Bayramın Anatomisi

  24 Temmuz 1908 (İkinci Meşrutiyet'in İlanı)  Aslında " sansürü " kaldırmak için "yeni sansürlerin" olacağı süre...