Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

13 Haziran 2025 Cuma

SÖYLEM “DEMOKRAT” AMA YAKLAŞIM NE OLA Kİ?

 



“Zalim” kime denir? Kısaca “zulmedene” değil mi?

Peki zulüm nasıl olur?

Döverek mi? İşkence ederek mi?

Belki eski çağlarda böyleydi. Halka “zulüm” yaparak hakkını istemesi önlenirdi. Hatta bu zulümler bazen öyle hal alırdır ki, hükümdar, halk bir şey istemesin diye “şükür ve sabır” sözcükleriyle dinsel inancı istismar ederdi. Ancak burada tarihten bugüne açık ya da gizli “ruh hastası” hükümdarları da hatırlatmak isterim.

Her ne kadar çağ değişse de “demokrasi” diye “bir şey” icat olsa da içinde “zalimlik” olanlar bu çağda da bazen dinsel inançları bazen de “ideolojileri” kullanabiliyorlar.

“Demokrasinin” bizim gibi “her mahallede milyoner yaratmak” için ve bol bol “Amerikan süt tozu” içilmesi için getirtilen ülkelerde ise “hükmedenler”, genellikle “halka inmeye” çalışan bezirganlar oldu, oluyor hep.

21. asrı yaşıyoruz ama bazen önceki asırların alışkanları hortluyor sanki toplumsal yaşamda. Hatta yozlaşma, kötülük ve aldatmalar da inanılmaz artabiliyor.

Siyaset ise tam bir bilgi, donanım dışı uğraş oldu.

Adı konmamış feodal ilişkiler, nepotik hastalıklar ve bilimin, bilginin, liyakatin, merhametin yerini, alabildiğine dolduran “biat” beklendikleri.

Tabii ki yazık ama Türkiye’nin yaşadığı “demokrasi hikayesinin” satır aralarına bakınca, bugünün, dün hazırlandığını da anlayabiliyoruz.

Bu yüzden de her sabah, dünü özleyerek uyanıyoruz çoğu zaman.

İzmir ise, alışkanlıkları, kırmızı çizgileri ve beklentileriyle aslında artık “farklı” olmadığını da bir süredir koyuyor ortaya. Biz yani İzmir halkı, belediye başkanının gözünde, Roma arenasında, gladyatör döğüşü öncesi ekmek bekleyen fakir ama “Romalı” yurttaşlarız tarihte ilk kez!

Düşünün lütfen, “gidene ağam, gelene paşam” sözünün İzmir gibi özel bir kentte bu kadar yerleşeceğine kim inanır?

Daha dün Tunç Soyer “başkan” iken, salya sümük “başkanım” diyenlerin arasında bugün, Tunç Soyer’e en çok saydıranlar yok mu? Mevcudiyetini, abat oluşunu Tunç Soyer’e, Aziz Kocaoğlu’na borçlu pek çok “sözde demokrat” ne yapsa “en muhteşem başkan Cemil Başkan” demiyor mu bugün?

Baştan aşağı bence “kurgu” olan bir grev yaşandı.

Hiç itiraz etmeyin grev, bir sonuç değil bir bahane olarak projelendirildi.

Cemil Tugay’ın bir proje insanı, İzmir sevdalısı olduğunu kimse iddia etmemeli zira Karşıyaka’da nasıl “başkanlık” yapamadığını şimdilerde sıkça duyuyoruz. Demek ki CHP üst aklı hiç ilgilenmemiş. Bugün Cemil Bey ve avenesi sıkça “performans” diyor ama, Karşıyaka’daki “performanslardan” kimse bahsetmiyor.

Zaman içinde size pek çok ayrıntı yazacağım. Amacım tarihe kayıt düşürmek.

İzmir’deki “trol rüzgarının” ardını da anlatacağım, ideolojik olarak yetersiz bir başkanın, “AK Parti kodlarıyla” nasıl “içerinden” yeniden ama “kötü kopyalama” ile “yazıldığını da”.

Bugün İzmir’de “sosyalist” ya da “komünist” olduğunu iddia eden pek çok kalemin, durumu ancak “kişisel bağlantılarla” ve ardını düşünmeden yazıp konuştuğunu da biliyorum.

Ama dedim ya tek amacım tarihe kayıt düşürmek.

Cemil Tugay ve “üst aklı” mazbatasını aldığı gün, bugünleri kurgulamaya başladı.

Yakın kadrosuna topladıkları ya kendine benziyor ya da “başka odaklardan dayatma”.

Cemil Tugay İzmir’i asla İzmirce yönetmiyor hatta yönetmek de istemiyor.

Bir basın toplantısı yapmış Hazret.

Artık basın toplantısı mı yoksa “ben konuşayım onlar dinlesin, sonra da aynen yayınlasın” görüşmesi mi emin değilim. Lakin bu buluşmada öyle bir “sosyal demokrasi jargonu” kullanmış ki, aşk olsun.

Bu nasıl bir yetenektir anlayan bana da anlatsın. İletişimden kaçacaksın, çalışanlarına “lanet” okuyacaksın, işçilerin hak eyleminden dolayı halkı kışkırtacaksın, sonra da “ben sosyal demokratım, canım halkım” diyeceksin.

Ama inananlar var… 

Hem de ne inananlar.

Olabilir, zira tarihte “kim olursa olsun” herkesin taraftarı olmuştur. Nasıl olsa “son pişmanlık” biz halk için fark etmiyor.

Cemil Tugay yaptığı “mono” açıklamalarda “halk komitesinden” bahsetmiş, hani sanırsın “terzi Fikri” …

İşçi sayısından bahsetmiş, çalışan çalışmayandan bahsetmiş, çalışma arkadaşlarının ferasetini anlatmış, sendikacıların yakınlarını “atacağını” vurgulamış ve üzerine de bol bol Hindistan cevizi gibi “sosyal demokrat” olduğu iddiasını serpiştirmiş.

Üstelik öylesine bir kibirle de “bunu ben yaptım, ben düşündüm, Türkiye’de de dünyada da yok benim buluşumun” demiş ki, hani doktor ya? Sanki “ölüme” çare buldu!

Hep diyorum yine diyeceğim, gömlek yanlış iliklenmeye başlarsa görüntü iğrenç olur. Cemil Tugay “başkan” olmadı İzmir’e, Cemil Tugay İzmir’e “hükmeden” olmak istiyor!

Haydi buyursun cevap versin, düne kadar kendine üstelik belden aşağı da saldıran, hükümetin müteahhitleriyle iş tutuyor diye yürüyenlerle şimdi nasıl “can ciğer”? İzmir Basınında “çizeceğim, yok edeceğim” dediği en az 10 gazeteci vardı, ne oldu şimdi?

Haydi buyursun cevap versin, CHP’li olduğunu iddia eden Tugay, nasıl oluyor da “sosyal demokrat belediyeciliğin” kilit noktalarına “AK Parti kokulu, gizemli” insanları oturtuyor?

Haydi buyursun cevap versin, kendisi mazbatayı aldıktan sonra o “mağdurum ben mağdurum” dediği işçi sayısına kaç işçi ekledi? Hangi şirketlere koydu?

Haydi buyursun cevap versin, parasızlıktan bu kadar dert yanarken, üç beş entel sevinsin diye, “et göremeyen” halka “gastronomi müzesi” açıp güya “kültür” dergisi yayınlayıp, İzmir’in namlı “tüccar akademisyenlerini” toplaması ne iş?

Haydi buyursun cevap versin, madem işçi alımlarında “halkın” düşüncesine önem veriyor, peki Kültürpark gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik, sosyal bağımsızlığını vurgulayan bir ortamı, neden “bir ailenin” keyfine bırakıyor? “Lego Land” gibi pahalı bir saçmalığı nereden çıkarıyor da na hak yere lunaparkı yok ediyor? Cemil Tugay uluslararası kapitalizm ile kendi muhteris arkadaşlarının arasına mı sıkıştı?

Haydi buyursun cevap versin, gerçekten Burhan Özfatura, Yüksel Çakmur, Ahmet Piriştina, Aziz Kocaoğlu, Tunç Soyer dönemlerinin ayrıntılarına vakıf mı?

Haydi buyursun cevap versin, İzmir kültür dünyasını sadece koleksiyoner, antikacı, gastro uzmanı olduğunu iddia eden ve bugüne kadar İzmir’de hep “kenarda köşede kendi kovalarına su doldurmuş” arkadaşlarıyla mı anlayacak?

Haydi buyursun cevap versin, mobing, sürgün, yalan raporlarla bugüne kadar kaç çalışanının hayatını berbat etti?

Haydi buyursun cevap versin, yerel ya da ulusal medyaya özellikle “grev” zamanı ne kadar kaynak aktardı? İzmir Gazeteler Cemiyeti’ni “arasındaki çatlak seslerden” dolayı uyardı mı? Cemil Tugay ve avenesinin her çeşit zulmüne susan Cemiyet Başkanı Dilek Gappi dostum eski “Tansaş’lı” günlerini mi hatırladı yoksa?

Ama dikkatinizi çekmek isterim ki Cemil Tugay’la birlikte İzmir’de “muhalefet” kesildi. Hükümet partisinin bu kadar cılız muhalefet yapması aklıma başka sorular getiriyor da onları da zaman içinde sorarız. Acaba Binali Yıldırım’ın İzmir ekibine mi sormak lazım? En son Ak Parti İl Başkanı Saygılı’nın açıklamaları ve yanıt veren CHP’li Altan İnanç’ın karşılığı beni sadece güldürdü. Özlemişim sıcak günlerde “Hacivat Karagöz” atışmalarını.

“Yeni CHP” ürünü Cemil Tugay anlaşılıyor ki ülkenin toplumsal zorluklarını bilmiyor. Şimdilik bin civarında çalışanın ekmeksiz kalmasını hiç de kafasına takmıyor, “mış” gibi yapıyor. Bir yıldır belediye içinde yarattığı korku, nefret ve huzursuzluk havası da belli ki işine geliyor. Lakin bu “bin” sayısının aratacağını, bazı şube müdürleri (isimleri bende mevcut) bazı daire başkanları (isimleri bende mevcut) ve özellikle iki genel sekreter yardımcısının bu “tarihi kıyımda” rol aldıklarını zaman içinde göreceğiz.

Cemil Tugay yaşıtım, üstelik tuttum oy da verdim ki çok pişmanım. Ama unuttuğuna emin olduğum bir söz var “zulümle abat olanın ahiri berbat olur”. Çok fazla beddua aldı. O da arkadaşları da. Ve “cehennem” dünyadadır, son nefes ise çok gizemlidir.

Ne diyelim? Sap Döner, Keser Döner, Gün Gelir Hesap Döner!

10 Haziran 2025 Salı

BAŞKANLAR HAZİRANDA MI ÖLÜR


Merhum Ahmet Piriştina da haziran da ölmüştü… 

Beş yıl boyunca yer yer sert muhalefet yaptığım güler yüzlü başkan. 

“O günü” ömrüm oldukça unutamayacağım. 

İzmir TV’deki “Sabah Resimleri” yayınım bitmiş, soluğu o sıcak gün, köşe yazdığım Haber Ekspres Gazetesi’nde almıştım. Sabah kahvesiyle İzmir dedikodusu yapıyorduk Genel Yayın Yönetmeni Süleyman Gencel’in odasında. Macit Sefiloğlu ve Serdar Öztürk de vardır odada.

2004 Yerel Seçimleri sona ermiş, Ahmet Bey yeniden ve beklendiği gibi “başkan” seçilmişti. İlk döneminde muhalif, seçimde de rakibi olduğumdan, yeni dönemde nasıl tavır alacağımı mı konuşuyorduk bilmiyorum? Ama “o gün” sonrası gün İzmir Sanat’ta görüşmemiz olacaktı Ahmet Başkan’la.

Birden buz kesiti ortamı. 

Galiba Macit ağabey söyledi haberi ki o an ayaktaydım. “Piriştina ölmüş”!

Sendeledim, yakındaki koltuğa çöktüm ve ağzımdan istemsiz “ben şimdi ne yapacağım” sözü çıktı. Dayım Cumhur Utkan, Ahmet Piriştina’nın Genel Sekreteri idi. İlk telefon eden o oldu ve bana “çabuk evine git ve dışarı çıkma” dedi. Neden dedi hala anlamam ama gittim ve kendimi eve kapattım.

Aylardan hazirandı ve hava çok sıcaktı…

Gülmek” her insana yakışır ama bazılarına daha çok yakışır. Ahmet Piriştina’ya “gülmek” yakışırdı. Onca eleştiri yaptım, başkanlık yöntemlerini eleştirdim, dalga bile geçtim konuşarak, yazarak… 

Ama bir gün bir an bile karşılaştığımızda bana sert baktığını, somurttuğunu hatırlamıyorum. Ne zaman yayınıma davet etsem, mutlaka gelirdi. 

Ve gülmek çok yakışıyordu…

Başkan Piriştina haziranda öldü!

Tam 21 yıl sonra “gülmenin” çok yakıştığı bir başkan daha öldü Haziran’da.

Bu kez yas tutan Manisa oldu. Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek öldü. Hem de kimsenin aklına gelmeyecek bir sonla. Ama şair demiş ya “neylersin ölüm herkesin başında, uyudun uyanmadın olacak, nerede, nasıl, kaç yaşında…”

Aslında “mutlak sonun” acısını hafifletmek için belki; belki de “gerçeği” vurgulamak için “ölüm geldi cihana, baş ağrısı bahane” sözü de söylenmiş. Ama ne söylenirse söylensin, böyle ölüme kahrolunmaz mı?

Tanımıyorum, karşılaşmadım, konuşmadım. 

Mümkün olduğunca takip ettim, videolarını izledim. 

Ama daha çok İzmir’in değerini bilmediğinden, merhum Zeyrek’in fark edip Manisa’ya kazandırdığı eski kardeşlerimden öğreniyordum başkanlığını.

Farklı” olduğu muhakkak ama en dikkatimi çeken “gülmesi” … Despot, ceberut, kibirli yaklaşımları olmamış hiç. 

Tıpkı Merhum Piriştina gibi “ortak aklı” ama “Manisa’nın aklını” hep önde tutmuş. 

Kişisel iradesini, başkanlığına hep eklemiş. “Manisa’yı, Manisa yönetmiş” onunla. 

Ülkenin ekonomik çıkmazını bildiğinden, Manisa’da “sosyal yardımlaşmayı” İzmir’den getirdiği kendi gibi genç ve idealist bürokratlarıyla “marka” yapmış. 

Ayrım asla yapmamış, yönetiminde liyakate öncelik vermiş, iki yüzlü, kinci, menfaatçi yaklaşım sergilememiş, sergileyenleri yanından uzaklaştırmış. Hani İzmir’de “başkan” olsaymış belki de “ikinci Piriştina” denebilirmiş. 

Ne yazsak ne konuşsak boş artık. 

O “dünya hayatını” erken de olsa bitirdi, geldiği toprağa döndü. Şimdi yine gülmenin yakıştığı, sevgili kardeşim Güney Temiz ile buluştu Başkan Zeyrek. Semadan Manisa’ya bakıp bakıp izleyecekler belki de.

Çok zor da Allah önce çocuklarına, eşine, ailesine sabır versin. Bunca sevgi, bunca dua elbet rahmet olacak.

Ama “takıldığım” ölümün ayı… 

Gülmenin aynı şekilde çok yakıştığı iki başkan da Haziran’da öldü.

Ne var arkadaş bu Haziran’da?  

6 Mayıs 2025 Salı

KILAVUZU KARGA OLANIN…

 

*** Okuyacağınız satırlar, bazı meslektaşlarım ve bazı CHP’li kodamanlar için “şahsi duygularla” yazıldığı iddia edilecek olsa da İzmir’de doğan, İzmirli oğlu İzmirli, 30 küsur yıllık gazeteci kalbim ve kalemimle yazdım. Bazı tufeylilerin iddiaları ise, benim için sadece acınacak yaklaşımlar olacaktır! Ben "hancıyım" okuyacaklarınız "yolcu"!

31 Mart 2024 yerel seçimler öncesi, CHP’nin güya ve sözde “değişimci” değişimiyle yürütülen “aday belirleme sürecinden” beri hep yazdım, konuştum. Nasıl bedeller ödediğimi de bir ben bilirim bir de Allah… 

Dostlarım demiyorum, zira artık hayatımda “dost” gibi dost da kalmadı gibi. 

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen, aslında fiili siyaseti Karşıyaka Belediye Başkanlığı ile başlayan ama bu süreci de şimdilerde öğreniyoruz ki, oldukça gizemli geçiren Cemil Tugay, daha ilk günden “rengini” belli etti. 

Özfatura, Çakmur, Piriştina, Kocaoğlu ve Soyer dönemlerinde asla olmayan, olması dahi “ayıp” sayılacak “insani ilişki kriterleri” ile Cemil Bey, daha şimdiden “gök kubede hoş sada” bırakamayacağını tescilledi. 

Burhan Özfatura sağcıydı hem ANAP’tan hem de DYP’den başkan seçilmişti. Ama hatırlayın, kadrosunda SHP’li bürokratlar vardı. Yüksel Çakmur SHP’li solcu başkandı. Ama kadrosunda ANAP’lı, DYP’li hatta MHP’li bürokratlar bulunuyordu. Rahmetli Ahmet Piriştina hem DSP hem de CHP’den seçildi. Ama kadrosunda sağdan, MHP’den bürokratlar çalıştı huzurla. Aziz Kocaoğlu yıllarca CHP’li başkandı, çalışanlarını asla siyaseten ayırmadı, ele güne muhtaç etmedi, disiplini hele de mali disiplini hiç elden bırakmadı.  Tunç Soyer, CHP’den ciddi oyla başkan seçildi, ağzından çalışanlarına kem söz çıkmadı bir kez. 

Bu başkanların dönemlerinde Turgut Özal, Deniz Baykal, Tansu Çiller, Kemal Kılıçdaroğlu partilerinin genel başkanlarıydı. 

Ama Özgür Özel’li CHP ile başkan olan Cemil Tugay, tanınmamışlığının, bilinmezliğinin getirdiği güya avantajla sadece CHP’li olduğu için belediye başkanı oldu olalı, artık sıkça söylenen söz “akrep akrebe etmedi, CHP’linin CHP’liye ettiğini” oldu bugün. 

Hemen söylemeliyim ki, Özgür Özel de Türkiye'de “çok tanınan” ve “çok bilinen” bir siyasi aktör değil. Genel Başkanlığa bence donanımı değil “çok ve kafa karıştırıcı nutuklarıyla” çıktı.

Cemil Tugay bir kez daha çalışanlarıyla “savaşa” tutuştu. Ama ne yazık ki, işçi sendikaları, söz konusu "CHP’li başkan" olunca “bir adım ileri, iki adım geri” hareketleriyle tarihe geçtiler. 

Büyükşehir’in “kaptanı”, dümeni kırmış... 

İşçinin emeğine, alın terine değil, belki de tarihte ilk kez İzmir dışından gelecek “talimatlara” bakıyor artık umarsızca.

Cemil Tugay “umut mu, muamma mı”? 

Seçim sonrası, her şeye rağmen çalışanlar sandılar ki, masa başında kararlar alınırken emekçinin sesi de duyulacak. 

Ama ne mümkün. 

Kılavuzu karga olanın burnu ne olurmuş? 

Bugün kılavuzlar teknokrat, danışman kılıklı kariyer heveslileri, asıl amaçlarını gerçekleştirmek için belediye hafızasına çökenler, Özgür Özel ve şürekasının, oradan buradan yolladığı tipler, eski uzman çavuşlar, üç kuruşluk ilanlarla “tetikçi” ve “alkışçı” seçilenler!

Sahayı bilmezler, işçinin neyle sınandığını bilmezler. Bakarlar bütçeye, kısmaya...

 Ama o kısılan şeyin “can” olduğunu anlamazlar.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde, Tugay’ın yönetiminde ilk çarpışma, çalışanla, memur işçi emekçilerle oldu. Didişme değil bu, bildiğin hor görmeydi. “Sen Tunç Soyercisin” diye kaç emekçi sürüldü, korkutuldu, emekliliğe zorlandı. 

Bilen, araştıran var mı? Yok tabii, en kolayı “alkışlamaktı”. 

İzmir tarihinin en yoğun, planlı ve organize “mobingleri” yaşandı, yaşanıyor. Tek tek “hikayeler” var elimde. Ama yazamam, anlatamam. Zira, Başkanından Genel Sekreterine, Genel Sekreter Yardımcısından Daire Başkanına, Müdüründen Şefine kurmuşlar “Gestapo”, maazallah! 

Tarih yazmaz bir CHP’li başkanın bir önceki CHP’li Başkanın yaptıklarına zulmü… Vallahi AKP böylesine zulümkâr değil! 

“Liyakate” değil, “itaate” bakan anlayış İzmir’de de başladı. 

Kim ne yaparsa yapsın, yeter ki tepeden geleni sorgusuz uygulasın. 

Soru soran, itiraz eden, “ama” diyen hemen fişlendi. Hakkını arayan işçi, “sorunlu personel” damgası yedi. Halkın emanetlerini koruyan, yaz sıcağında klimasız birimlere sürüldü

Sendikalar mı? 

Onlar da çoktan çorbayı içmiş, kaşığı bırakmış. 

Çalışanın hakkını savunması gerekenler, “Aman başkanla aramız bozulmasın” derdinde. Hatta “başkanla aynı yoldayız” itirafını bile açıkça yaptılar! 

Ya İzmir’deki diğer siyasi partiler, belediye meclislerindeki “muhalefet”? 

Esameleri bile doğru düzgün okunmuyor. 

CHP’nin İzmir milletvekilleri ne yapıyor? 

Onların bugüne dek İzmir’de bir yaralı parmağı sardıkları görülmüş müdür? Hele ki başkanları kendileri belirlemişken… 

CHP’nin en azından İzmir’de beş yıl önceki “demokrasiyi” bile istemediği çok belli, zira hesaplar İzmir’i Manisa’nın ilçesi yapmak galiba! Bunun için de bir “geçiş elemanına” ihtiyaç vardı, sıhhi olsun diye de “doktor” bulmuşlardır belki? 

Peki size bir soru ey bu yazıyı okuma cesareti gösteren yurttaş, bir yanda emeğin onurunu taşıyan insanlar, diğer yanda “tasarruf” adı altında insan öğüten politikalar. 

Siz hiç gecenin bir vakti otobüs yıkayan, sabaha karşı sokak süpüren insanla konuştunuz mu? “Ev kiramı şimdi nasıl ödeyeceğim” diyen bir işçiyi dinlediniz mi? Tugay dinlememiş belli ki. Dinlese, bu kadar hoyrat olamazdı. Maaşı “kira miktarı” olarak bile ödemeyen bir belediye yönetimi! 

Çalışan hakkını isterken sadece para istemez. Onur ister söz hakkı ister muhatap ister. Ama İzmir’de şu an ne bunlar var ne de bunları gözeten bir mekanizma. Sözüm ona demokrat belediye, kendi içindeki demokrasiyi çöpe atmış. “İzmir’in vizyonu” diye lanse ettikleri şey, işçinin cebinde üç kuruş eksilirken sosyal medya görseline filtre basmak olmuş.

Ve sözüm sana “alkışçı medya”! 

Gazetecilik artık bülten okumak oldu. Belediyenin gönderdiği metinleri kopyalayıp geçen sözde kalemşorlar var. Oysa halk gazetecisi, işçinin yanında olurdu eskiden. Şimdi ise neyin telaşındalar acaba? Bu riyakâr düzeni eleştiren meslektaşı yok sayma telaşı olabilir mi mesela? 

O yüzden de belediyedeki bu iç yangınından kimsenin haberi yok. Olan biten, işçinin WhatsApp gruplarında dönüyor sadece. Onları da “yukarı” ihbar edenler genel sekreter yardımcısı bile olabiliyor artık! 

Bu yol, yol değildir. 

Belediye, çalışanla didişerek değil, el ele yürüyerek güçlenir. Sendikalar sesini yükseltmezse, basın gerçekleri yazmazsa, yarın çok geç olabilir. Çünkü kılavuzu karga olanın sonu hiç de iyi olmaz! O “kargalar” kendini kılavuz seçeni uçurumun dibine de yollayabilir! 

Ama unutulmasın: İzmir, bir şehri yönetenin değil, onu emek emek inşa edenlerin şehridir. 

Sessizlik, zalimin zırhıdır.

Ve unutmayın: Korku yayılır, ama cesaret bulaşıcıdır.


5 Mayıs 2025 Pazartesi

“VEFA" ARTIK CENAZE İLÂNLARINDA


TRT’de bir dizi vardı “Vefa Sultan” adıyla… 

Vefa Sultan’ın bir sözü vardı ki sona doğru, belki beni bu yazıyı yazmaya iten ve bu insanlık değerlerinden yoksunlaşan sözde hayatı kabullenmeyi kolaylaştıran bir söz… 

Evet “vefa” bir “boza markası” değil İstanbul’da, öyle değildi asırlarca. 

Hele de 1453 fethinden sonra… 

Koca Sultan’ın cenazesini kokutanlar, belki de “vefayı” ilk unutturanlardı, bilemeyiz. 

Dizide Vefa Sultan ne demişti? “Vefa, hatırlamak değil, unutmamaktır!” 


Şimdi olan biteni bir düşünün, hali pür melalimizi bir geçirin aklınızdan ve bana cevap verin, öyle bir ülke olduk ki, “vefa” sözcüğü boş bir mefkure gibi sadece ekranda, dizilerde geçiyor ama, hayatın akışında “vefa”, sadece İstanbul’da bir “boza” dükkânı?

Oysa nizamı kuranlar, vefa üzerine kurmuşlar. 

Vefa olmasaydı, arabalık, aile, komşuluklar, arkadaşlıklar olur muydu? 

Hele de devletler, ülkeler, milletler var olabilir miydi? 

Vefa, “unutmamaksa”, hep "hatırlamaksa", bir ve birlikte olmaksa eğer, bugün nasıl böyle kalabalıklar içinde yapayalnız yaşamlar artıyor, görmüyor musunuz siz de? 

Neden her derdin dermanını, “sanal alem efendilerinden” bekliyoruz? “Zekalarımız” bu kadar “yapay” hale nasıl geldi? Yoksa, adını koyamadığımız “bireysel yalnızlıklarımız” nedeniyle, “zeki” çocuk ve insanları artık fark edemiyor muyuz? 

Vefa… 

Ağzımızdan dökülen her hecede bir sitem saklı. 

Kimi zaman bir sokak adı, kimi zaman bir semt kahvesi… 

Ama en az olanı, bir insan hâli.

Artık kimse kimseyi ardına bakmadan beklemiyor. 

Gidenin gidişi, kalan için sıradan. 

Ne hatır kaldı ne gönül. 

Her şey hesaba, her şey çıkar dengesine bağlandı. Sanki herkes birbirinin vicdan muhasebesinde alacaklı.

Vefasızlık, bu çağın adı oldu da biz hâlâ “umut” diyoruz. 

Vefa beklediğimizde “fazla beklenti” diyorlar, unutamıyorsak “duygusal saflık”!

Oysa biz sadece “insan kalmaya” çalışıyoruz, “birileri” neye dönüştüğünün farkında mı?

Zulmeden “zalim” yaptığının “zulüm” olduğunu kabul etmiyorsa, edilen zulüm başka insanları, hayatı yaşamaktan ediyor, ölmeseler de ölmekten beter ediyorsa ve bu feci durumlara “başkaları da” sadece “zalim sevinsin” diye sessizse… 

Söylenenler söz müdür ve eski deyimle bu “sözler” gök kubbede “hoş sada” olabilir mi? 

Bir dostun “yokluğunu” gerçekten “fark” edebilir muyuz? Peki, fark edebilirsek, sorabiliyor muyuz “ben sana ne yaptım da selamı kestin” diye? 

Cevap yok.

Çünkü sormak, eski zamanların meziyetiydi. 

Şimdi susmak, sırt dönmek, göz devirmek moda. 

Hatta “sorabilsek de” artık gözlerinin içine bakarak, karşılıklı oturarak soramayız. Sosyal medyada son bir iki çift laf ya da “kısa mesajla” iki satır, veya cep telefonunda “engelleme”! 

Peki hani “insan” olma, “insanı, insan yapan kalbi değerler”

Ne gerek var? “Yapay zekalar” onu da halleder! 

Bir zamanlar aynı sofrayı paylaştığımız, dertlerimizi emanet ettiğimiz insanlar; şimdi bizi görmezden gelerek, kalabalıklar içinde “yoka” terk ediyor. 

Düşene bir tekme daha vurmak değil, düşeni hiç yaşamamış saymak oldu yeni ahlâk!

Yazık…

Bir vefasızlık çağında yaşıyoruz. Üstelik kimse bu oluşan vebalin farkında değil.

Vefayı, geçmişin naftalinli çekmecelerine hapsettiler. 

Artık mezar taşlarında, cenaze ilanlarında aranıyor. “Çok vefalı bir insandı” diye başlayıp, “hakkımız helaldir” diye biten ezber cümlelerde… 

Yaşarken kıymetini bilmediğiniz insanlara, ölünce şiir yazmak, gözyaşı nameleri düzmek kimseyi aklamaz.

Ne zaman ki, karşılıksız iyilik yapanı “enayi” olarak görmek bırakılır…

Ne zaman ki, bir dostun emeğine, hatırasına sahip çıkılır…

Ne zaman “bayramlardatatil yapılmaz…

Ne zaman anneler, babalar adına “huzurevi” denen “dört duvar” içine ölmeye kapatılmaz…

Ne zaman bir lokma yerken “dostumun da lokması var mı acaba” diye düşünülür yeniden…

O zaman “vefa” belki kalplerde yeniden doğar.

Ama bu hâllerle, vefasızlığın siciline bile geçilmez. Çünkü, sadece unutanlar değil; bilerek silenler tutmuş köşe başları… 

Lakin unutmayın…

En tehlikeli “unutuş”, kalpten olandır.

Bir gün, siz de “hatırlanmak” istersiniz… 

Ama ne yazık ki artık, herkes unutur. Bu topraklarda en önce vefayı öldürdüler çünkü.


3 Mayıs 2025 Cumartesi

“NOSTALJİK DURAKLARDA” HANGİ “OTOBÜSLER” DURACAK?



İnsan “yalnızlığı” tanıdıkça, beyninde "anılar" canlanıyor, yüreği sızlamaya başlıyor. Hele de bir bir yeni sıkıntılarla tanışınca aranmaya başlıyor. 

Hani bir otobüs olsa, geçse sokaktan, dursa durakta, binse o insan… 

Ama otobüs güzel dünlere gitse…


Dostluğun, arkadaşlığın, akrabalığın, bir kahvenin kırk yıl hatırının olduğu zamanlara. 

Paranın sadece ihtiyaç olduğu zamanlara, dostlukların, sırdaşlıkların ucuz pazar malları gibi tezgahlara düşürülmediği zamanlara… 

Sabah bir haber düştü önüme. 

İzmir Büyükşehir Belediyesi 1930’ların “otobüs duraklarını” yeniden canlandırmış. Ama o duraklar şimdilik sadece İzmir’in “aşağı mahallesine” yerleştirilmiş. Zaten eski fotoğraflarda da “İzmir” çoğunlukla “aşağı mahalle” ve civarı yok mu? 

Nereden gelmiş akıllarına “eski duraklar” bilemem, duraklar çağın farklarına da uydurulmuş, “yazın serin, kışın sıcak” olacakmış… 

Ama ben bu yazıyı “kerameti kendinden menkul İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni” iğnelemek için yazmıyorum ki... 

O eski durakları gördüm ya? 

Aldı beni götürdü kendi eski zamanlarıma. Ben o durakları hatırlamıyorum tabii… 1970, 1980 ve sonrası benim zihin arşivim…

Sahi o “nostaljik” duraklardan hangi “hatlar” geçecek? 

Mesela “Konak – İnsanlık” otobüsü geçer mi? 

Ya da “Karşıyaka – Vefa” veya “Fahrettin Altay – Merhamet”, yoksa "Talatpaşa - Liyakat" hattı da mı geçecek?

Eski güzel zamanlarda otobüs durakları daha “insaniymiş” aslında. Yağmur, soğuk falan düşünülmüş. Daha sonraları durakları, bırakın bekleyenleri koruyan alanlar olmasını, bir elektrik direğine asılan tenekeden ibarete dönmüş. Hele de “yukarı mahallelerde”, “arka sokaklarda” … 

Peki başka hangi hatlar geçer, geçmeli o duraklardan? 

“Alsancak – Adalet” “Eşrefpaşa -Hukuk” “Bornova – Eşitlik” otobüsleri? 

Ya “Balçova – Dayanışma” ile “Gaziemir – Paylaşma”? 

Peki duraklara isimler koysak? “İnce Ruhlu İnsanlar Durağı” mesela?

Ya da “Komşuluk Zamanları”, “Çocukluğumuzun Mahallesi”, “Bayram Ziyareti” ?

Ya da "Dost Hasreti"

Otobüs gelse, durağa yavaşça yanaşsa, kapılar açıldığında eski bir Ege türküsü duyulsa… 

Biz de binsek o otobüse. 

Camdan dışarı bakarken, babamızın elindeki gazeteyi görsek, annemizden gelen "İzmir geceleri" kolonyasının kokusunu çeksek içimize? 

Otobüs dursa Fuar'ın önünde, dalsak Lunapark'a

Durakları “nostaljik” yapmak mümkün de hatta “yapay zekâ” ile farklı konseptler de bulunur ama, bu hatları “hele de bugün” canlandırmak mümkün mü? 

Öylesine “mekanikleştik” ve öylesine “yalnızlaştık ki” hepimiz… Eski güzel zamanlarda o duraklarda “akrabalık, arkadaşlık” istikametlerine beklerdik otobüsleri. Sözleştiğimiz saate yetişmenin heyecanıyla hem de… 

O eski zaman otobüslerinin şoförleri de Eşrefpaşalı, Dayko’lu, Tepecikli, Bucalı jargonlarla konuşurdu. “İlerleyelim, durakta yolcu kalmasın”! 

Ama İzmir’in duraklarında artık eski otobüsler yok. 

Şoför amcaların “Buyur abla geç, arkalar müsait” dediği o günler de çoktan “indi” bu şehirden. 

Yerine dijital ekranlar geldi, duraklar artık sessizce yolcu geçiyor. 

Eski ama “güzel” zamanlarda da sıkıntılar çoktu, “ay sonları” gelmezdi… Ama “emekliler” harçlık dağıtır, bakkallar defter tutar, sabah kahveleri içilir, “nasılsın, iyisin inşallah” nidaları duyulurdu. Akşam oturmaları, kapı önü buluşmaları, kokusu çıkan yemeğin paylaşımı, düğünde, cenazede “bir olma” … 

Derdi olan derdini, kızgınlığı olan kızgınlığını göz göze gelince dillendirirdi. İki satır mesajla ya da “sosyal medya” denen “ruhsuz mecralara” yüklemezdi duygularını, isteklerini… 

Fakat şimdi hepimiz, çoğu zaman bu karanlığa düşüyoruz. 

En çok da “kötüler” seviniyor, şeytan seviniyor… 

Şimdi hepimiz belki de: “Biri ölmüş derler, üç günden sonra duyarlar, soğuk su ile yıkarlar” havasındayız biraz. Yunus Emre asırlar önce ne demiş, asırlar sonra biz neyi yaşıyoruz?

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin “nostaljik durakları” bana neler söyletti? Umarım sizin kalbinizde de güvercinler havalanmıştır!

Çoğu insanın, kendini “doğru” ve “haklı” gördüğü bu dünya da, belki de “yalnızlık” bulunmaz nimet.. 

O “nostaljik duraklarda” meçhul hatların otobüslerini kim bilir kimler bekleyecek? 

Ama kimse kimseye “bir selam” verip, “nereye gidiyorsun?” diye sormayacak. 

Çünkü herkes illaki “bir yere gidecek” ama kimse “eski güzel günlere” uğramayacak. 

Ve “duracak” ışığı sadece “mutlak sonda” yanacak! 

hasantahsink@gmail.com 


22 Nisan 2025 Salı

ARTIK “ULUSAL EGEMENLİĞİ” ARIYORUM!


Özellikle bu 23 Nisan’da, içimdeki “çocuk” değil, içimdeki “yurttaş” ağlıyor.

Yıl 2025

Takvim 23 Nisan!

Televizyon ekranlarında çocuklar ellerinde bayraklarla şarkılar söylüyor, okullarda bayram gösterileri yapılıyor, siyasiler sosyal medyada büyük laflar ediyor: 

“Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir”. 

Ezber belli, ama gerçek? 

“Gerçek”: Karanlıkta ve hatta kayıp!

Ciddi soruyorum Ulusal egemenlik nerede?  

Hani o, halkın iradesinin kayıtsız şartsız üstün olduğu, meclisin milletin namusu sayıldığı, “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” ifadesiyle cumhuriyetin temelini oluşturan mefkure? 

Onu arıyorum artık. 

Caddelere bakan afişlerde değil, iktidarın gölgesine sinmiş, halkın değil kendi beklentilerinin sözcülüğünü yapan muhalefet partilerinin açıklamalarında hiç değil. Egemenliğin gerçek sahibi halkı, milleti muhatap almaktan vazgeçen medyada değil. Gerçekte arıyorum. 

Çünkü artık “ulusal egemenliği” sadece kutlamalarda hatırlıyoruz, ama ruhuna sahip değiliz! 

Göstermelik ve içi boş, mefkuresinden uzak törenlerde, birkaç “seçilmiş çocuğa” koltuğu devredip sonra o koltukları yıllarca bırakmayanların elinde eğreti duruyor artık “egemenlik”! 

Oysa bu toprakların en büyük devrimlerinden biriydi meclisin açılışı. 

Saltanattan halk iradesine geçişin adımıydı. 

Artık o iradeyi göremiyorum. 

Ve giderek daha çok şunu hissediyorum: Ulusal egemenlik yok. Belki sadece hatıralarda.

Meclis mi? Mezar taşı gibi.

Muhalefet mi? Koltuğuna yapışmış, kımıldamıyor, halkı muhatap almış gibi yapıyor, eleştiriyi asla ciddiye almıyor, yurttaşları asla dinlemiyor! 

Basın mı? Ya iktidarın ya da seçkinci kibir damgalı muhalefetin borazanı olmuş, bağımsız olan gerçek gazeteciler ya işsiz ya içeride ya da “ötekileştirilmiş”!

Ama hani şu "kurucu parti"?

Hani şu "halkçı, devrimci, Atatürkçü" olduğunu hala iddia eden, logosunda “6 Ok” olan parti?

Baktım baktım, yok, yok, yok!

Ne halkın içinde varlar ne sokakta ne yoksulun yanında ne de işçinin arkasında şöyle gerçekten inanarak ve yürekten.

Varsa yoksa strateji. Varsa yoksa “parti içi iktidar hırsı”!

Sormak lazım apaçık! Hey CHP, senin "Halk" dediğin kimdi?

O "Halk" artık yoksullaştı, ezildi, borca battı. 

Üniversite mezunu çocukları işsiz. 

Kadınlar güvencesiz, gençler umutsuz. 

Ama sen ne yapıyorsun?

Hâlâ buharlı ütü gibi kendini düzeltiyorsun, kendinden başka herkesi yok sayıyorsun, dinlemiyorsun, sokağa ancak “istersen” ama “sen planlarsan” çıkıyorsun!

Meclis’te iktidar istediği yasayı geçiriyor, sen el kaldırıyorsun. 

Sonra çıkıp basın toplantısı yapıyorsun.

Toplumsal inandırıcılıkta eylem yok.

Gerçekten halkın içinde örgütlenme yok, hala parti içindeki kaşarlanmış delege ve üye ağalarının dümen suyundasın.

Atatürk'ün kurduğu parti, artık Atatürk’ün adını sadece seçim kampanyalarına fon müziği yapıyor. Halkçı değil, teknokrat. Cesur değil, hesapçı.

Oysa egemenlik sarayda değil, sokaktadır.

Sandık namusu yerle yeksan olduğunda, doğru düzgün ve halkın güvenini kazanacak itiraz edemeyen, Yüksek Seçim Kurulu ferman okuduğunda sadece dilekçe veren, milletin hakkı gasp edilirken, “hukuki süreci takip ediyoruz” diyen bir muhalefet anlayışı mevcut!  

Halkı örgütlemeden, sokağı cesaretlendirmeden egemenlik falan yaşanmaz. CHP’nin artık şu konfordan çıkması gerek. Yoksa tarihin tozlu sayfalarında “bir zamanlar Atatürk’ün partisiydi” notuyla kalacak ki kalmaya başladı bile. 

Ve evet:

“Artık ulusal egemenliği arıyorum.”

Ama sadece saraylarda değil, CHP’de, muhalefetin diğerlerinde de de bulamıyorum.

Peki, Ne Yapmalı?

Ulusal egemenlik bir günde kazanılmadı, bir günde de kayba yazmadı; bir günde de geri alınamaz. Ama muhalefet, adım adım, bilinçle, örgütlü ve ilkeli bir mücadeleyle ve hafızayı canlandırarak, kibir ve nepotizmden vaz geçerek yeniden inşa edilebilir.


Yeter ki:

Yüzünü gerçekten halka dönsün.

Gençleri dinlesin, sokakla buluşsun.

İlkesiz ittifaklar yerine, ilke etrafında birleşsin.

Mecliste konuşmakla yetinmeyip sokakta, pazarlarda yürüsün, belediye otobüsüne binsin.

Kendi taraftarlarının beklentilerine değil, memleketin birliğine odaklansın.

Başta CHP, tüm muhalefetin sınavı. 

Egemenliği geri almak için halkı yeniden özne yapmak gerekiyor. Gerçek değişim, bu iradeyi örgütleyebilenlerden doğacak.

Ulusal Egemenlik hatırlanmak İçin değil, yaşanmak İçindir!

Belki çocuklar yine 23 Nisan’da meclis kürsüsüne çıkacak. Güzel. Ama dedim ya, artık içimdeki çocuk değil; içimdeki yurttaş haykırıyor:

“Hani Ulusal egemenlik, nerede?”

“Neden emekliler sürünüyor”?

“Neden vampirler memleketin kanını emiyor? 

“Neden milli eğitim, milli sağlık ticari faaliyet oldu?”

“Neden üretim kalelerimiz, elden çıktı?”

Düşünüyorum da, yazdım da ne olacak? 

Ama benim milletime sorumluluğum, Kuvva-i Milliye’ye, Gazi Paşa’ya borcum var! 

“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, yine bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!”

hasantahsink@gmail.com


10 Nisan 2025 Perşembe

KİBİR VE RİYAKARLIK TERK EDİLMEDİKÇE…

"Özür diliyorum, uzun yazı oldu. Ama sabırla lütfedin okuyun!"


Bu satırları kimler okur, kimler dikkate ve ciddiye alır bilemem artık. 

Zira 56 yaşında, 35 yıllık üstelik en yakın bildiği dost ve kardeşleri tarafından terk edilmiş, unutulmuş, yıpratılmış, yalan ve iftirayla neredeyse yaşamdan itilmiş bir İzmirli Gazeteci olarak yazdım… 

Oysa geçen yılın son günlerinden itibaren, benim yaşadıklarımın sadece bana özel olmadığını bilenlerin dahi, sadece dünya menfaati için kalp kırmaları artık beni de “başka denizlere” itmeye başladı. 

Oysa, 2024 Mart ayında ve sonrasında olanların adeta bir “maskeli baloya” döndüğünü, Türkiye üzerine korkunç sonuçları tarihte de yaşanmış bir bildik oyunun yeniden sahneye konulduğunu anlamayan yok gibi, lakin körüklenen menfaat ve tüketim hırslarının, toplumda “içinde adam olmayan elbiseleri” çoğalttığı apaçık bir gerçek. 

Neyse, herkes bildiği gibi yürüsün bu kısacık yaşam yolunda… Herkesin yolu kendine haksa, benim yürüdüğüm yol da bana hak…

Bu yazı bir yerde “muhalefetçilik” oynayarak, ülkeyi AK Parti yönetimine terk edenlerin hazin durumunu anlatacak ama, biliyorum ki okuyanların bir kısmı, şahsi ikballerini, ülkenin ikbalinin önünde gördüklerinden, yazıyı yazanı bir kez daha linç edecekler. Çünkü Türkiye, 14 Mayıs 2023’ten itibaren, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir kibir ve riyakarlık sürecine girdi.

Objektif ve dürüst namuslu tarihçiler, belki 50 yıl sonra belgelere, anılara, arşive bakarak bu dönemleri analiz ve teşhir edeceklerdir ama, iktidar ve muhalefet cephelerinde, bu karanlıkları yaratanlar muhtemeldir, toprak olacakları için, acaba geleceğe “ders” olacak mı inanın bilmiyorum. Zira bugünlerin yaşanmasında, geçmişten bile isteye ders çıkarılmaması net olan gerçek! 

Ben 14 Mayıs 2023 seçimlerini bir “kırılma” görsem de Türkiye üzerine oynanan oyunların başlangıcı da ta önce 1946’ya ardından 14 Mayıs 1950’ye ve son darbe 12 Eylül 1980’ne kadar iner. Çünkü “şeytan” Türkiye için böyle “hükmetti”! Sadece “Köy Enstitülerinin” CHP eliyle yok edilmesi bile bugünlere mesajdır!

“Her mahallede bir milyoner” ya da “Küçük Amerika” sevdasıyla, derinliği, mefkûresi olmayan bir yola sokuldu Türkiye 1946’da… 

Dünya büyük savaştan çıkmış, yol ve yöntemler, usul ve erkânlar yıkılmış, ideolojiler yetersiz kalmıştı. Almanya’nın neden olduğu karanlık faşizm yılları nasıl bela olmuştu? Hitler’i “tek başına” iktidara taşıyan süreçte, Almanya’daki “muhalefetin” beceriksizlikleri, öngörüsüzlükleri, 1945 sonrası “yeni düzene” asla “ders” olmamış, tam tersine “yeni efendilerin”, içinde aslında “halk” olmayan, halkı tribünlere “seyirci” olarak iten, “demokrasi” kavramının da içini boşaltıp “demokrasi” görünümlü “yeni emperyalizm” inşa eden bir süreç başlamıştı. Artık “milli değerler” veya “tarihteki milli şanlar” hatırlanmayacak, hatırlananlarda ise fikri temel olmayacaktı. 

İkinci Dünya Harbi’nin “beyni” İngiltere ve “bileği” ABD, öyle bir oyun kurdular ki, artık “Ortadoğu” bile şuursuz ve “millet” olamayacak toplulukların sürekli birbirlerinin kanını akıttıkları yer olacaktı. Zira İngiltere, bölgenin tüm genetik kodlarını almıştı. Arapları, yetiştirdiği ajanlara oyun sahası yapmıştı. Kukla idarecilerle “yeni düzen” oluşacak, halklar asla millet olmayacak, din bezirgânlarıyla da “refah” ve “mutluluk” sadece cennete havale edilecekti. 

İngiltere ve ABD asla anlaşılamadı dünyada. 

Oysa bu iki emperyal gücün tek isteği, kendi çıkarlarıydı. Dünya onlara bağlı olacak, onlar beslenecek, refah içinde yaşayacaklardı. Dünya halklarının, kültürlerinin ve tarihsek geçmişin önemi yoktu bu iki şeytani güç için. Hatta unutulmamalıdır ki, İsrail’in resmen kurulduğu ve tanındığı yıl da 1945 sonrasıdır. Son semavi din İslamiyet de dünyanın yeni güçlerinin, kendilerine göre tasarlamalarına bırakıldı. İslami bilim geçmişi tamamen unutturulmuş, Müslüman halklar cehaletin kollarına bırakılmıştı. Çünkü İslamiyet hem İngiltere hem ABD hem de Siyonizm’in önündeki en güçlü potansiyel güçtü.   

Bugünün “yeni dünyasında” İslamiyet’in terör, şiddet ve cahiliye ile anılması ve taraftar bulmasının nedeni 1945 sonrasıdır ama, bunu konuşulacak çevreler de o üç emperyal gücün tehdidine girmişti. Fakat din yine de halklar üzerinde etkindi, yıkılamıyordu. O halde bir “yeşil” düzen getirilmeli, anlaşılmaz bir içerik yüklenmeli mutlaka İslamiyet’te olmayan bir “ruhban ajan sınıf” oluşturulmalıydı. Oluşturuldu da… Çünkü elde muhteşem bir “Lawrence” deneyimi vardı. 

YA TÜRKİYE? 

1946 ile 2023 arası öyle olaylar yaşandı ve unutuldu ki. Yeni dünya düzeninin ilk “mutluluk şartı” dünü unut, güne bak oldu. Öyle bir unutkanlık hastalığı zerk edildi ki Türkiye’ye, Anadolu’nun en temel insani değerleri bir anda ucuz Pazar ürünlerine döndü. Bugün İstanbul ekranlarında izlenen güya “dedektiflik” programlarındaki aile dehşetlerinin ne ilgisi olabilir Anadolu halkının hasletleriyle? 

Ama oldu. 

Bir zamanlar çocuklara öğretilen “gitsek de görmesek de o köy bizim köyümüz” şarkısı anlamını yitirdi. “O köyler de” unutulmuş, göçe zorlanmış ve iyice “arabeskleştirilmişti”. Cumhuriyetin banisi Atatürk’ün o muhteşem “toprak devrimi de” zaten başarılmamış, Anadolu insanı zamanla cehalete, yeni feodal baskılara, din bezirgânlarının insafına terk edilmişti. Artık bilgi gereksinimi duyulmuyor, varsa yoksa “kısa yoldan köşe dönme” küçücük çocukların bile yaşam hedefi oluyordu.

Şimdi ön yargıları bir yana bırakalım ve düşünelim. 

Türkiye’de 1950’den bu yana “halk” ne zaman kazandı? Hangi dönem emekliler refah içinde, gençler umutlu, kadınlar özgür ve korkusuz yaşadı? Ya da bu söylediklerimi “yaşayanlar” bir avuç değil miydi? 

İnanılmaz ama şu anda Türkiye’de hem iktidar güçleri hem de muhalefet kesimleri baştan ayağı “12 Eylül faşizminin” nimetleriyle siyaset yapıyor. “Tek adamlık” sadece iktidarda mı gerçekten? Hemşericilik, mezhepçilik, adam kayırma sadece “muktedir” olanlarda mı? Son yerel seçimlerde CHP, hemşericilik, mezhepçilik ve nepotizm ile halka zulmetmedi mi, halkı istismar etmedi mi?  

Herhangi bir köyde ya da büyükşehirin kenar mahallelerinde yaşayan bir genç, bilgili, donanımlı, meraklı olsa da “muktedir” olma yüzdesi kaçtır? Aynı kentin bir kenar mahalle okulu ile bir merkez mahalle okulunun şartları aynı mıdır? Sokaklarının gece aydınlatması bile aynı değildir ama konuşulmaz. 

Peki “halka inmek” sözü ne zaman girdi bizim sözlüğe? 1950 sonrası değil mi? Aslında çıkış nedeni biraz da komiktir. Bir kahvede propaganda yapacak politikacı adayı, dinleyen herkesi görebilmek ve sesini duyurabilmek için bir masaya ya da sandalyeye çıkarmış. Ses düzenleri de olmadığı için, bağıra çağıra propaganda yaparmış. Halk da yani “seçmenler de” oturdukları için, politikacı adayı yüksekte, kendileri aşağıda olurmuş. İşte bu yüzden bazı “halkçı” geçinen politikacılar bu olayı “ben halka indim” diyerek kendine algı çıkarırmış. 

Önce “küçük Amerika” sonra da “demokrasiyi rayına oturtmak” için seçim ve darbe yaşayan Türkiye’de, arada “göreceli güzel şeyler” yaşansa da halkın seyirciliği, muktedirlerin de “egemenliği” kökleşmiş de kökleşmiş. Öyle zamanlar yaşanmış ki ibretlik, aynı halk bir gün önce alkışlarla seçtiğine, bir gün sonra küfredecek tuhaflığa erişmiş. 12 Eylül faşist ve emperyalist darbesi öyle bir inmiş ki beyinlere, hafızalara, artık varsa yoksa “hisse senetlerindeki yükselme ve düşme” konu olmuş. 1982 anayasasını çoğunlukla kabul eden halk, yıllar sonra anayasayı hazırlayan cuntaya “beddua” etmiş ağız dolusu. 

Ama yetmezmiş emperyal güçlere ki onların 1922’de kapatmadıkları hesap, 1923’te Lozan’da ettikleri tehdit varmış ortada hala. 

Dedim ya arada “güzel şeyler de” olmamış değil. Ama bu “güzel şeyleri” yaşatanlar öyle bedeller ödemiş ki… Araçlarına bomba konmuş, önlerine dar ağaçları kurulmuş, zindanlara atılmış, işkencelerden geçmiş, peşlerine ajanlar takılmış, gazozlarına haplar atılmış… Din değiştirilip anlaşılmaz bir hale sokulmuş, tarih ve kültürün aracı kitap değil, tencere kapağı ile çorba kepçesi olmuş. 

Eğitim gitmiş “öğretim” gelmiş, “milli” bitmiş “anlaşılmaz dini” başlamış. Emperyal muktedirler bir de “sosyal medya” icat etmiş ki, baba evlada, kız anaya, kardeş kardeşe, dost dosta “klavye savaşı” açmış. “Selam hakkı” ile “kahve hatırı” yerini “sosyal medya yandaşlığına” bırakmış. İnsanın düşünme farkı yapay zekaya havale edilmiş. Namus ve ahlak savunulurken sözde, özde her türlü yalan, talan, ahlaksızlık, kibir ve riya sarmış alemi cihanı. Milyonlar için “demokrasiyi” düşünmeyenler, “kendilerinden biri” faka bastığında “yahu demokrasi diye bir şey vardı, nerede o” demeye başlamış. En çok “demokrasi” diyene de “muhalif” adı verilmiş. Bir ekmeğin fiyatını bilmeyenler “unlu mamuller dükkanında”, pazarın yolunu bilmeyenlerse, marketlerde “fiyat analizi” yapar olmuş. 

Türkiye öyle bir içine döndürülmüş ki, medyada hep “kişiler” haber olup, haber yapılacak halk, seyirci edilip “haydi bize düşüncelerinizi yazın” havasına sokulmuş. 

14 Mayıs 2023’te “muhalefet” büyük çaba gösterip “iktidarı” mega iktidar yaptığının hala farkında değil. Kendilerinin “masa” benimse “6’lı zigon sehpa” dediğim komedinin, seçim sonrası düştüğü “trajedi” bile unutuldu. 

2025’teyiz… İktidarın halkı başka muhalefetin halkı başka. Bir de benim gibi kaç kişi olmadığımız “bağlantısızlar” var. “Taraf olmayan bertaraf olur” kelamını hiç üzerime almıyorum. Zira iktidar da muhalefet de beni ve benim gibileri “kendilerinden” saymıyor. 

GELELİM İZMİR’E 

Aslında İzmir “bildiğimiz” gibi… 

“Bireysel muktedirliklerin” muhteşem kenti. Tepelerin, kıyının zulmünden kurtulamadığı şehir. O tepeler ki, işgalin acısını yaşadığı halde, kurtuluş sevincini uzun süre yaşayamamış. Kurtuluşa sadakatini, mahalle çeşmelerinde anıtlaştırdığı halde, kıyı, öyle etmiş böyle etmiş yine tepeleri atmış yeni oyunundan, çeşmelerini tarumar etmiş. Kıyının eski sahipleri kovulunca gelenler, gidenleri aratmamış. Tepeden görülen o tarihi yağmadan sebeplenenler, kovulanların yerine gelen, getirilen yeni muktedirler olmuş. Ve tabii yeniden yazılmış işgal ve kurtuluş. Ama bu kez kurtuluşta tepeler yokmuş, kıyının olmayan kahramanlığı uydurulmuş. 

İzmir’de tarihi yazan tepeler ama imzalayan kıyılar olmuş düzeltmelerden sonra. Kıyı, tepelerin bildiği zalimlere “kahraman” demiş, hainlere “vatansever” … 

Zamanla kıyı, “potansiyel tehdit” gördüğü “tepeleri” başkalaştırmayı koymuş kafasına. Başarmış da öyle bir başkalaşmış ki Basmane’den yukarı doğru “tepeler”, kıyı rahat etmiş. Nasılsa “tepe” asla “kıyı” olamazmış… “Çalsın sazlar oynasın kızlar” misali. 

Öyle ya İzmir’in, İzmirlinin bilgisi dışındaki ünü “İzmir’in denizi kız kızı deniz kokar” sözünde bile “kıyı” vardır dikkat edin “tepeler” değil! 

Aslında İzmir’in “kimliğiyle imtihanı” 1990’ların sonuna doğru başladı. Gazeteler, gazeteyken, yayınlanan bazı yazılarda İzmir’i “ikinci Barselona” yapmak ne kadar da çok savunuluyordu. Ama yazanlar haklıydı zira efendilerinden “tepeleri” düşman “tarihi” hatırlanmaz öğrenmişlerdi. 1922’de kovulanlar, yarım kalmış hesabı kapatmak için türlü kılıklarda yeniden İzmir’i yurt etmişlerdi kendilerine. Bu kez şansları çoktu, çünkü “tepeler” artık “muktedir” değil kıyının “marabasıydı”!

2000 Milenyum ile geldi. Oysa “milenyum” tam bir “şehir katliamının” başlangıcıydı. Kıyı bu kez “baronluk” yöntemini buldu. Ticaretten, siyasetten, hocacılıktan, locacılıktan, medyadan, müteahhitlerden, şairlerden irili ufaklı “baronlar” İzmir’e hükmetmeye başladı. İşte bugünün iktidarının “çözemediği” buydu. Kendinden olanlar dahi, zamanla maddi güçleri ve etkileri oranında “baron” olabilmişlerdi. 

Bakın talihe ki ekranların da o zamanlar en çok izlenen dizisi “Kurtlar Vadisi” idi. Görünenin, göründüğü gibi olmadığı zamanlar başlamıştı.

İzmir bugün iktidarın “alamam” muhalefetinse “nasılsa alırım” dediği bir şehir. 

Onun içindir ki, İzmir’in “seçilenlerinde” şehir kimliği, ahlak, bilgi, donanım, demokratik algı, merhamet, hoşgörü ve öngörü sıfır düzeyindedir. İzmir’de bugün her gece “bir alim bir cahile boğdurulur da” kimseler duymaz. 

Ben eminim, siz de sadece düşünün İstanbul’ ile İzmir “aynı” değildir. 2024 Mart ayı seçimleri sonucu oluşan irade asla göründüğü gibi değildir. Üstelik muhalefetin görüntüsü, iktidarın “haşarı öğrencisi” olmaktan öte değildir. 

Muhalefetin şansı gibi görünen, kendi geçmişinin bilinmediğini sanmasıdır ki, zaman içinde patlayacak bazı gerçeklerle bu da değişebilir. İktidarın yönetmede kullandığı enstrümanların eskilerini, kendi içinde kullanan muhalefetin, halka yarar getireceğini sanan sadece yandaşlarıdır.

İktidar ve yandaşları ile muhalefet ve yandaşlarının gladyatör dövüşüdür izlediğimiz. Bizler de dövüş aralarından “emekli maaşı zammı” ya da “asgari ücret zammı” bekleyen “Romalılar” gibiyiz. Aksi olsaydı, bugün İzmir’den vekil seçilenler ve belediye başkanı olanlar mevcutlar olabilir miydi? Hepsi de “İzmir içinde olup İzmir’i bilmeyenler” değil midir? 

Şu soruma cevap verecek kimse çıkar mı bilemem, mevcut belediye başkanları da bir öncekiler gibi CHP’li değil mi? Peki “mali gerçekleri” nasıl olmuş da öğrenmeden seçilmişler? Peki bugünün peki çok belediye başkanının demokrasiden nasibini alamamış, yüzer gezer yaşayan ve bugüne dek bir ekmeğin bile mücadelesini yapmamış olmaları ilginç değil mi? İstanbul ciddi bir savaş verirken, mücadeleden kaçanların İzmir’de mevki makam bulmaları da tuhaf değil mi? Ya da en önemli tuhaflık, başta büyükşehir belediye başkanı neden bu kadar diyalogdan, iletişimden kaçar? Neden bugünün muhalefeti de kendi hâkimiyetlerinde “muhalefetten” ve eleştiriden nefret eder?

İnanın yazacak, hatırlatacak ayrıntı çok. 

Ama sanıyorum ki ben de artık bir “sona” geldim. Bugün dostsuz, arkadaşsız bir hayat nasıldır, onu çözmeye çalışıyorum. Ama tabii ki üzülüyorum. Meslek hayatım boyunca İzmir’de hep uyarıda bulundum, yazdım ve konuştum. Lakin “İstanbullu” olmayınca, “öz şehrimde garip kalmayı” yaşadım. 

Ne diyeyim ki, galiba artık İzmir’e “nokta” koyacağım… Ama siz dikkat edin, kimsenin benim düştürüldüğüm duruma düşmesini, benim yaşadıklarımı yaşamasını istemem. Zira “insanım” ve hala “insanım”! 


SÖYLEM “DEMOKRAT” AMA YAKLAŞIM NE OLA Kİ?

  “Zalim” kime denir? Kısaca “zulmedene” değil mi? Peki zulüm nasıl olur? Döverek mi? İşkence ederek mi? Belki eski çağlarda böyleydi....