Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

12 Eylül 2024 Perşembe

BUGÜN 12 EYLÜL VE AMACA ULAŞTI EMPERYALİZM YA CHP?

1980'in 12 Eylül'ü #AtatürkCumhuriyeti'ne karşı yapılmış darbeydi ve başarıldı ne yazık ki!

Bugün 12 Eylül öncesini sonrasını, anayasayı, "tontonlu yılları", Milli Eğitim'de "seni kabak gibi oyarım" diyen bakanı, Cumhuriyet'in ekonomi kalelerinin arsıza yüzsüze, papatyalara, emekli faşist askerlere peşkeşini, işkenceleri, faili meçhul cinayetleri, yurt dışına gitmek zorunda olanları, "karıştır barıştır" zorbalıklarını, üç kişinin bir araya gelmesinin sakıncalı sanılmasını, güya demokrasiyi rayına oturtmak için, yaşını büyütüp çocukları asanların Balçova'da ağaçlara kıyıp kendilerine villacıklar yapmasını, “serbest piyasa" denen harami düzeniyle emeklinin muhtaçlık sürecinin başlamasını, vergi yüzsüzlerinin sermesini,  zenginin daha da duyarsızlaşıp, yoksula “köle" olma imkanının sunulmasını ve daha nice olayı hatırlar mıyız bilmem?

Ama eminim, 12 Eylül 1980'de başlatılan "dejenere toplum projesini" ve anayasayla bugüne kadar gelen bazı antidemokratik gelenekleri konuşmayacağız.

Bir yandan Amerikan destekli "Fetö" hainine yol açılırken diğer yandan da ahlak erozyonu başlatıldı. Aile birliğine saldırılar sistematik hale getirildi. Eğitim yobazlaştırıldı ve "biat" temelli "sabır şükür" dayatması başladı. Yolsuzluklar, yüzsüzlükler, cahil inşaatçıların müteahhitlik egemenlikleri başladı.

Ve en acısı 12 Eylül faşizminden çekenlerin bazıları bile, zamanla bu yaratılan sahte toplum düzenine dahil oldular.

Aradan 44 yıl geçmiş. 12 Eylül Amerikan darbesinin yarattığı siyasi kaos bugün ne yazık ki zirvede. Son 20 yıla damgasını vuran “Ak Parti" zihniyetinin formüle edildiği süreç 1980 – 2000 arasıdır. Hatta Fetö hareketinin devlete azar azar sızdığı süreç 2000 sonrası değil 1980 sonrasıdır. Atatürk’ün 1923’de kurduğu “laik, bağımsız, ulusal devlet" sistemi 1946’dan itibaren kemirilmeye başlanmış, 1950 çok partili hayatın başlaması, Celal Bayar’ın alanlarda “Küçük Amerika olacağız” nutuklarının anlamı yıllar sonra ANAP’la anlaşılacaktı.

Bugün Atatürk’ün “iki eserinden" biri olan CHP’nin yaşadığı asıl kimliğinden uzak kimliksizliğin de düğmeye basılması 1980 sonrasıdır. Hatta bugün öylesine içi boş şekilde nutuklar atılmaktadır ki, CHP’nin başında yani Atatürk’ün emaneti koltukta oturan şahıs, temel 6 ilkenin anlamlarını bilmediğini adeta ilan etmiş, bağımsızlığın sembolü olan ekonomik içerikli “devletçiliği" bile isteye ve tabii ki cahilce “halkçılıkla" karıştırabilmiştir.

Atatürk ömrü boyunca feodal düzene karşı savaşsa da, bugün ne yazık k Türkiye siyasetinde bir nevi feodalizm ve bolca nepotizm mevcut. Son yıllarda ki özellikle de CHP’de son genel başkan seçimi sonrası yerel adayların belirlenmesinde parti ağalarının yakınları, arkadaş veya hemşerilik ve tabii ki menfaat odaklı adaylarla yol yürünmüştür. Bugün Türkiye de “yaşam biçimi” şekliyle “demokrasiden" bahsetmek mümkün değildir. Kaldı ki ekonomik zorlukların yaşandığı, milli beka tartışmalarının bitmediği Türkiye’de “demokrasi", sadece parti başkanlarının, toplum "baronlarının" tekelinde, halkı kandırmak için kullanılan bir yöntemdir. Gelinen noktada Atatürk’ün kurduğu parti, yönetsel olarak “12 Eylül zihniyetiyle" uzlaşmıştır. 

Darbenin 44. Yılında Atatürk’ü en sevdiği kentin belediyelerinde, tarihte eşi görülmemiş bir zulüm, mobing ve sindirme hakimdir. Başkanların çevreleri bilgi, donanım ve liyakatle kendini kanıtlamışlarca değil, yakın arkadaş, okul arkadaşı, onun karısı, parti büyüklerinin yolladığı şahıslarca doludur.  

Düne kadar AK Parti’nin antidemokratik uygulamalar, liyakatsiz atamalar yaptığını haykıran “bugünkü" CHP, bizzat belediyelerinde AK Parti’den daha zalimce davranabilmekte, eleştiriye tehditle karşılık verip, alimleri cahillere, muhteris kifayetsizlere boğdurmaktadır.

12 Eylül 1980’nin üzerinden 44 yıl geçti. Bugün Türkiye “Atatürk’ün Türkiye’si" olmadığı gibi, CHP de Atatürk’ün kurduğu CHP değildir...

Okumak, araştırmak, sorgulamak, tartışmak, dayanışmak, paylaşmak tam da 12 Eylül projesinin istediği gibi toplumda yeri olmayan yaşam tarzlarıdır artık. Ve ne yazık ki bir 12 Eylül’de yine karşılığı olmayan samimiyetsiz mesajlarla gün geçecektir.

7 Eylül 2024 Cumartesi

Hasan Tahsin Kocabaş / İzmir : 9 EYLÜL’DE “YANIK KOKUSU” OLMAZ! (1)

Hasan Tahsin Kocabaş / İzmir : 9 EYLÜL’DE “YANIK KOKUSU” OLMAZ! (1):   O vatandaş sokakta gördüğü afişi çekip yolladığından beri şaşkınlık ve kaygı içindeyim. Normalde hemen büyük tepki vermem, araştırır, soru...

9 EYLÜL’DE “YANIK KOKUSU” OLMAZ! (1)


 

O vatandaş sokakta gördüğü afişi çekip yolladığından beri şaşkınlık ve kaygı içindeyim. Normalde hemen büyük tepki vermem, araştırır, soruşturur, konuşur ondan sonra yazarım. Lakin bu kez farklı… Çünkü soru soracağım şahıslar büyük bir kibir havuzunda, küçük dağları ben yarattım hastalığı pençesinde.

Bu yazı konusunda ilk, daha sonra ikinci yazı gelecek. O “yanık kokulu” sergiyi gezip, öyle yazacağım. Bu yazıda “9 Eylül” ve “yangınlar” çelişkisini aktarayım size.  

31 Mart yerel seçimlerinden sonra CHP’li Cemil Tugay yeni “büyükşehir belediye başkanı” seçildi İzmir’e. Farklı yoğurt yiyişinden midir yoksa iradesine fazla müdahale edilmeye çalışılıyor, ondan mıdır bilemem 6 aydır başkanda da çalışanlarda da huzur yok?

Cemil Tugay’ın ilk atadığı “yeni kadrolar” genellikle kendi sosyal çevresinden, Karşıyaka Belediyesi’nden ya da bazı siyasi üst akılların tavsiyeleriyle “sağdan soldan” kim olduğu araştırılmadan, liyakat ve donanım sorgulanmadan muhtemeldir ki “dayatılan” şahıslardan oluşuyor.

Ancak burada kısa geçmeliyim ki, Cemil Tugay’ın “kadro tanzimi” ilkleri içermiyor, son 20 yıldır zaten iktidarın sözlüklerden sildiği “liyakat ve donanım” İzmir’de de CHP’li belediyelerce azdan çoğa doğru hep yaşandı. 31 Mart sonrası ise zirve yaptı. Yani Sayın Tugay “ilk” değil bu yöntemde. Ancak bu dönem “donanımsızlık” galiba baş kriter, bir yerlere “biat” öncelik.

Cemil Tugay’ın ilk tercih ettiği atamalarda, İzmir kültür aleminin yakından tanıdığı Dr. Nejat Yentürk ve gıda mühendisi Aybala Yentürk var. Yentürk çiftinin başarılı “sergi” çalışmaları, Cemil Tugay’ın Karşıyaka’da Belediye Başkanlığı yaptığı 2019 – 2024 arasında gerçekleşti. Kurtuluş ve Kuruluş yıllarının yıldönümü olan 2022 ve 2023’te Karşıyaka’da açtıkları iki görsel ve obje sergileriyle, koleksiyonerliklerine bir de sergicilik eklediler.

Açık söylemeliyim ki bendeniz hem basında hem de yayınlarımda bu iki sergiyi hep tekdirle andım. Çünkü Yentürk’ler, mümkün olduğunda İzmir kültür tartışmalarının dışında kalıp, işleriyle ilgilenen insanlardı. Nejat Yentürk, özellikle İzmir “sokak lezzetleri” tarihine özel ilgi gösterip başarısını, konferans ve kitaplarda kanıtlamış bir araştırmacı.

Aybala Yentürk ise özellikle İzmir’de Halkapınar Şehitliği’ne kara gölge gibi çöken, Türkerler Holding’in yıllardır bir türkü bitiremediği “Mahall Bomonti” inşaatını, Aralık 2017’de Atlas Tarih Dergisi’ne ek kitapçık yaparak tanıtan bir araştırmacı yazar.  

İzmir’in yeni “büyük” başkanı Tugay, bu çiftten de Büyükşehir ölçeğinde Apikam çatısı altında sergi istemiş muhtemelen. Bu yüzden de Aybala Yentürk’ü Apikam’a, danışman kılığında personel olarak yerleştirmiş, Nejat Beyi de bir şirkete yönetim kurulu üyesi olarak monte etmiş. Ancak bir süre sonra koleksiyoner, gıda mühendisi ve sergi küratörü Aybala Yentürk’ü, İzmir belediyesinin en büyük şirketi İzelman’a “yönetim kurulu başkanı” olarak atadı. Yani Tugay ile Yentürk’ler arasında mahşerlik bir birliktelik mevcut. Hatta Cemil Tugay’a her konu ve alanda etki edecek kadar yakın olduklarını, onların aktardığı her bilgiye Başkan Tugay’ın şüphesiz inandığını bizzat biliyorum.

İnanın ilgilendiğim bu alan değil. Yukarıda da yazdığım gibi eski başkanların da bu tip durumları hep oldu İzmir’de. Yentürk’ler belediye içindeki “işbirlikçileriyle” estirdikleri rüzgârı, hatta yıllar önceye dayanan bazı intikam hırslarıyla, bazı uzman personeli hızla sürdürdüklerini, sergi açmaktan ziyade, belediye içinde “güç ikonları” olmaya çalıştıklarını size bir süre sonra yazacağım. Çünkü bu konu benim “gurur meselem” halinde.

Biz gelelim 9 Eylül konusuna:

Söylemekten imtina etmem, ben Yentürk çiftinin Karşıyaka’daki çabalarını bildiğimden, her şeye rağmen Apikam’da da aynı ruhu devam ettireceklerine, aynı rüzgârı estireceklerine inanmıştım. Unutmuşum Türkiye’de, “koltukların” karakterlere “kibir” enjekte ettiğini.

Fakat bir basın bülteniyle allak bullak oldum. Hele basın bülteni içindeki bazı satırlar beni benden aldı, kaygım ve şüphelerim arttıkça arttı. Türk siyasetine 1950 sonrası çöreklenen “enkaz edebiyatı” “devri sabık” yaratma hastalığı ne yazık ki an itibariyle İzmir’de tüm belediyelerde açıktan veya örtülü yapılıyor. Hatta CHP Genel Merkezi düzeyinde bile, kadroların tamamı bir önceki yönetimde yer alsalar da durum değişmiyor, vefasızlık menfaat odaklı yaşlanıyor yaşatılıyor, “doğru” ve” gerçekler” önemini yitiriyor.

“YANIK YURT” DERKEN BEYLER?

“YANIK YURT” Sergisi Apikam’da açılıyor. Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM), İzmir tarihinin en önemli olaylarından birini, ‘YANIK YURT-Kurtuluş Savaşı’nda İzmir ve Batı Anadolu Yangınları’ sergisiyle gündeme taşıyor. Millî Mücadele’nin son günlerinde yaşanan İzmir ve Batı Anadolu yangınlarına odaklanan sergi birçoğu ilk kez gün ışığına çıkan fotoğraf, film, belge ve objelerden oluşuyor. YANIK YURT, 12 Eylül’de APİKAM Sergi Salonunda ziyaretçilerle buluşacak.”

Serginin sahibinin İzmir Büyükşehir Belediyesi olduğuna dikkat çekiyorum öncelikle. 9 Eylül rüzgarının esmesinin üzerinden 102 yıl geçmiş. Ama yıllar içinde o kadar “boşaltılmış ki” 9 Eylül, artık günümüzde bazıları çıkıp “Her sene her sene 9 Eylül tekrarı mı olacak yani?” ya da “Bu İzmirlilerin 9 Eylül ve bayrak takıntısını anlayamıyorum” diyebilmektedir.

Bakın çok iyi hatırlıyorum “her sene her sene 9 Eylül tekrarı mı olacak yani?” sözünü söyleyen de bugün Apikam’da bulunuyor. “Bayrak takıntısını anlamıyorum” diyense, onu getiren bir önceki Başkan Tunç Soyer tarafından geri yollanmıştı.

“İzmir Yangını” önemli bir konu, yangının kimler tarafından çıkarıldığı, yangının arkasındaki asıl azmettirenin kimler olduğu 102 yıldır netliğe kavuşmadı. Çünkü işgalden kurtuluşa yazılan tarihin yarından fazlası “yazanın yapana” değil “yeni nesi emperyalizme sadakatiyle” yazıldı, yayınlandı. Bu yüzden de İzmir’de Apikam adlı kurumun bu konudaki faaliyetleri doğrudur. Ancak 9 Eylül coşkusunun, işgalin her türlü baskı ve işkencesini yaşamış İzmirli Türklerin, 9 Eylül’e sahip çıkışlarını, Halkapınar şehitlerini, kör karanlıklarda dikilen ay yıldızlı al bayrakların öykülerini anmadan, hatırlatmadan, tam da 9 Eylül haftası hem de yangının çıktığı tarihten bir gün önce “12 Eylül’de” üstelik de “yanık yurt” adıyla sergi açmanın anlam mantığını hayra yormak mümkün değildir.

Eski “Punta’da” açılacak klasik fotoğraf sergisinin ise bu şüpheli serginin yanında kıymet-i harbiyesi olmadığını eksantrik afişinden anlıyorum zaten. Sergi küratör ve koordinatörünün dünyaya bakışlarını bilmem, kibir yaklaşımları da umurumda olmaz.

Gerek Sayın Başkan Cemil Tugay’ın gerekse bu serginin küratörleri ve genel koordinatörüne iki çift lafım var Türkiye’nin son 20 yıllık siyasi süreciyle ilgili.

Bir millet düşünün, iki yüzyıl öncesine kadar dünyanın en kudretli devletine sahip olsun, iki yüz yıl boyunca da azdan çoğa artarak sömürge…

Emperyalizmin açık sömürgesi. Zaferlerinden bile, masada vazgeçsin. Halkının derdine derman, hastalığına deva değil de kendini sömürenlere daha çok sömürecekleri imkânları sunsun.

Ve bir gün, dıştan ve içten sömürenler “infaz” emri versin, ordularıyla saldırsınlar ve tarihin en kirli, en iğrenç, en kahpe saldırılarını yapsınlar. Ama o hesaba katmadıkları “inanç ve irade” bir yürekli evladının ayağa kalkmasıyla dirilsin, “az zamanda büyük” adımlarla önce “kurtuluş” sonra da yenden “kuruluş” gerçekleşsin.

Millet: Türk Milleti, evladı da Mustafa Kemal Atatürk!

Kurtuluşun tarihi 9 Eylül 1922.

Kurtuluş” dediğimiz zaman öylesine muazzam bir zamanki, 4 gün sonra emperyalistlerin giderayak başlatacakları ve el altından satın aldıkları işbirlikçilerinin de seyredecekleri yangın, 1922’de bile şehirde esen özgürlük havasını karartamamış. Çünkü İngiliz aklıyla yangın çıkaranlar, çıkardıkları yangında Türklerin de yok olacağını düşünmüşler ama olmamış. Onu İzmir’e has esen rüzgâr engellemiş. Fakat ne hazindir ki 102 yıl sonra üstelik de “kurtarılan yurt” için “yanık” yakıştırması yapılıp, düşmanın kaçarken yaktığı tüm bölge “9 Eylül” anlamının üzerine oturtulmaya çalışılmış.

Benim karşı olduğum “zamanlama”! 

Ben bu sergi hiç olmasın, olmamalı demiyorum. Ama kurtuluş süreciyle ilgili hala netlik sağlanamazken, yangının “öne çıkarılması” bana Yunan ve İngiliz aklının tezahürü gibi geliyor. Adı da incitici, zamanlama da incitici… Sergi hazırlayıcıları konuşmak, iletişim kurmak yerine “ben bilirim” kibriyle kulaklarını herkese kapatmış olabilirler. Lakin ortadaki durum kendilerine değil bizzat Başkanın siyasi ikbaline gölgedir.

Apikam “yangını” öne çıkarırken “kurtuluş” günün de İzmir Valiliği ise bilgiye, hatırlatmaya dayalı bir toplantı düzenleyecek ki, bu da manidar. Oktay Gökdemir’li, Ayşe Üngör’lü Apikam’ı hatırlıyorum da coşkunun ve farkındalığın öne çıktığı zamanlardı. Ama gariptir, bu sergiyi hazırlayanlar kendilerinden önceki tüm zamanları “başarısız, sıradan, tekrar” gördüklerinden ve yanlarında “tuttukları” hani şu “her sene her sene 9 Eylül olur mu” diyenle birlikte

Biz 9 Eylül’ü sevgili Haluk Işık’ın dizeleriyle içselleştirdik, yangın kokusu yerine askerilerin üzerlerine serpilen gül kokularıyla örtüştürdük:

 “Sen 9 Eylül dersin iki kelime, ben onurlu bir halk anlarım, rüzgarın çevirdiği sayfa anlarım, sen İzmir dersin iki hece, ben saygıyla ayağa kalkarım.”

 

NOT 1: Serginin basın bülteninde çok acayip satırlar var. Kim yazmış, hangi kaynağa bakmış bilemem. Ama bugünkü Apikam binası “İtfaiye Merkezi” olarak yapıldı, “santral” olarak değil! Üstelik itfaiyenin objeleri Aziz Kocaoğlu döneminde de Nejat Bey’in şimdi beğenmeyip, sağda solda aşağıladığı sergilerde kullanıldı.

Not 2: Sergi 12 Eylül’de Apikam salonunda açılacak. Gidin mutlaka. Çünkü sergiye değil manidar zamanlamaya kaşıyım. Sergiye ben de gidip iyice inceleyeceğim. Sonra da bu yazının ikinci bölümünü yazacağım. Lakin kimseyle iletişime de geçmeyeceğim. Çünkü “iletişime” geçeceğim şahıslarla görülecek bir hesabım var.

2 Eylül 2024 Pazartesi

İZMİR’E YABANCILAŞTIRILAN İZMİR (1) – İzmir, 2 Eylül 2024

"İzmir Kimlikliksizleştiriliyor"

İnanılmaz bir süreç yaşıyoruz da kaç “sayın” farkında, bilmiyorum. Türlü tehlikeler kapımıza dayandı, ama ne yazık ki bu kez “Rahmetullah Çelebi” gibi, Hasan Tahsin Recep gibi yüreği ve beyni özgürler yok gibi. Lakin ortalık “İngiliz muhiplerinden” geçilmiyor. Bazıları bilerek bazıları da dost, arkadaş, tanıdık ihanetlerinden habersiz, bunların gazına gelerek kendilerini kandırıyorlar ve İzmir’i de uçuruma sürüklüyorlar cahilce.

Okuduklarım, duyduklarım bana oldum olası “eksik” geldi. Değer verdiğim uzmanlara sorduğumda ise sorularım yanıtsız kaldı. Acaba gerçekten düşündük mü Hukuk-u Beşer Gazetesi sahibi Hasan Tahsin Recep Beyin, bile isteye neden “ölüme” gittiğini?  Bana onun ölüme gidişi hep şüpheli geliyor. Zira girişiminin ciddi ciddi “intihar eylemi” olduğu aşikâr değil mi? Acaba o büyük öfkesinin altında “başka şeyler de” olabilir mi? Mesela “Maşatlık Mitingi” onun “ölüme gidiş” kararını verdiği olay olabilir mi?  Bunun genç ve dürüst tarihçiler tarafından araştırılmasında yarar var. 

Bugün konum bu değil, anlatmamın nedeni, İzmir’in “değiştirile değiştirile” kimliksiz yok olmaya doğru hızlanarak gittiğini anlatmak.

İzmir’in işgal dönemi de kurtuluş ve yangından sonraki süreci de oldukça fazla “boşluklarla” dolu. İşgalin acısını yaşayan İzmirli Türkler’in kurtuluştan bir süre sonra yok sayılmaya başlaması, ileride “arka mahalle” gerçeğini yarattı. Bugün İzmir’de seçilmişler ve atanmışlar anlamasalar da çok ciddi bir “kıyı çeper” ayrımı var. 

Bu girişi yaptıktan sonra gelelim bugüne…

Açık söylemeliyim ki Eylül 2024 itibariyle İzmir, İzmir hassasiyetleri ve kimliği gereğince yönetilmiyor, anlaşılmıyor ve hissedilmiyor. Büyük oranda İzmir dışı kimliklerle iş birliği içinde menfaatçi muhterislerin köşe başlarına egemen olduğunu görebiliyoruz. Sermayeden medyaya, yerel yönetimlerden milletvekillerine, İzmir “İzmir” olarak haykıramıyor, söylem geliştiremiyor, kimliği bunalımla dolu bir şehir görünümünde.  

İnanın bana şu anda Valilikte, kaymakamlıklarda, ilçe ve büyükşehir belediyelerinde bir “İzmir kronolojisi” yok! Tarihsel hassasiyetler, sosyal medya mesajlarına sıkışmış dorumda ve bir çoğu kafa karıştıracak mahiyette, tarihsel günler ise birkaç konser ve eksantrik gece gösterileriyle kotarılmaya çalışılıyor. Üstelik yaklaşan 9 Eylül bile İzmir’de heyecan yaratmıyor. Tıpkı skandal şekilde iki kez açılan “Arsıulusal Fuar” gibi. Oysa, o fuar alanı da pek çok “soru işaretleriyle” temizlenmiş olsa da 9 Eylül 1922’de elde edilen zaferin ardından kurulacak Cumhuriyet’in “bağımsız ve milli ekonomi” damgasını taşıyordu son 20 yıl öncesine kadar.

Kurtuluş” ve “kuruluş” içeriği, öylesine alabora edildi ki, yeniden yazılmasında büyük yarar var. Ancak burada “boşluklar” doldurulacak, kahramanlarla hainler ciddi olarak masaya yatırılacak ve kimseden yana olmadan, kimseyi kimsenin üstünde görmeden tarih yeniden yazılacak. Çünkü ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti tarihi “yazanın yapana sadık” olmaması üzerine yazılmış. Özellikle 1950 sonrası ve temele inilerek 1980 sonrası hem Cumhuriyet hem Kurtuluş Savaşı hem de İzmir’in işgal ve kurtuluş süreci sadece hamaset ya da örtülü yalanlarla genç dimağlara sokulmuş. Doğrularla yanlışlar öylesine birbirine girmiş ki, 1922’nin 9 Eylül günü İzmirli Türklerin yaşadığı büyük coşku unutulmuş, 9 Eylül’lerine vazgeçilmez anma ve anlatılarından cayılmış ama yerine “İzmir’i kim yaktı” diye boş beleş bir soruya yanıt arayan, emperyalist uşaklarının çabaları zirve yapmıştır. 

Düşünebiliyor musunuz? 

İzmir’de bugün o kadar azaldı ki makamlarda 9 Eylül hassasiyeti, o kurtuluş gününde, gözleri İzmir’e doğru açık olarak şehit olan, Halkapınar’da “onur ve namus” adına yatan dört “yavrucak” bugün artık akıllara bile gelmiyor! Umarım yanılırım da böyle giderse üstelik CHP’li belediye başkanları oluruyla “9 Eylül Kurtuluş” günüden vazgeçilerek “13 Eylül Yangın” günü dikkate alınacak. Dedim ya umarım yanılırım.

Bugün İzmir’de “İzmir’e yabancı” ve “hoyrat yaklaşan” mihraklar egemen durumda. 

Yerel yönetim kadroları neredeyse başka kentlerin egemen dinamiklerinin kontrolünde. Basmane gerçeği dahi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kontrolüne girdi, İzmir’in “kültür ve sanat” havası artık İzmirce esmeyecek gibi görünüyor. Valilik ve iktidar ise, bir yandan İzmir’in “kırmızı çizgilerine” saygılı olduğunu iddia ederken, sessizce uyguladığı “demografik değişim” operasyonundan vazgeçmiyor. İzmirli seçmenin 20 küsür yıldır yerel iktidarda tuttuğu CHP, son büyük kurultayı sonrası kendi tarihi genlerini bozarak 6 oku rengârenk bir saçmalığa sürüklüyor.

Ve ne yazık ki, kahrolarak yazmalıyım, İzmir’i, 31 Mart’ta “seçtiğimiz” Başkanlar değil, başkanları “ilk seçen” mihraklar yönetiyor!

Bu konuyu gelecek yazıda daha açık yazacağım.

NOT: Bana her zaman hasantahsin@gmail.com adresinden ulaşabilirsiniz. Bu arada yakında https://www.instagram.com/htkizmir/ adresimden günkü 15 dakikalık #güncel yayınlara başlayacağım. Takipte kalın bir olalım yurttaşlar.




29 Ağustos 2024 Perşembe

GÖRDÜĞÜM LÜZUM ÜZERİNE: "AİDİYETSİZLİĞİN BÖYLESİ"!

 

Bağımsız ve bağlantısız kaleme aldığım ilk yazının konusunun, ölümüne sevdiğim şehrimin mesleğim olan basını olacağını bilemezdim.

Geçtiğimiz günlerde İstanbul merkezli ve vergisini de İstanbul’da ödeyen bazı gazete yönetimleri, İzmir’de kendi kontrollerinde yayınladıkları ekleri kapatma kararı almışlar. Oralarda çalışan gazeteci kardeşlerim için tabii ki çok kaygı verici bir gelişme. Lakin başta İzmir Gazeteciler Cemiyeti olmak üzere, İzmirli iş insanlarının örgütlerinin üst üste “salya sümük” açıklamaları benim asfalyaları attırdı.

İşin garip tarafı o açıklamaları yapanlar acaba gerçekten ne söylemeleri gerektiğini biliyorlar mı? 1993’ten beri İzmir’de televizyon gazeteciliği, köşe yazarlığı yapan bir İzmirli olarak, İzmir’in bugünkü kimlik yozlaşmasının birincil nedeninin, İzmir sermayesinin şehir aidiyetsizliği olduğunu biliyordum da bu kadarını da beklemiyordum.

Ama asıl tuhafıma giden İGC’nin bu olayı hiç olmayacak kadar abartıp, konuyu “İzmir’in sesini kısma” noktasına getirmesi. Ardından EGİAD ve İZSİAD da adeta “salya sümük” 2 üç sayfalık İstanbul gazete ekleri için feveran etmeleri.

Peki neden böyle oldu da benim "asfalyalar" attı?

Yerel basın ve medyada olmayanlar hatırlamaz, mesleğe “basın danışmanlığı” ile başlayıp, İstanbul’un eklerinde “gazetecilik” yapanlarsa hissetmez! 90’lı yıllarda İzmir gazeteleri, İzmir ve İzmirlinin sesini Türkiye’ye değil dünyaya duyuruyordu. Yayın yapan televizyonlarsa ki, EGE TV, Kanal 1, SKY ve Yeni Asır TV, daha sonra İzmir TV, Kanal 35 TV, İstanbul merkezli ekranların İzmir’de caka satmasını ciddi ciddi engelliyordu.

Peki bu TV ve gazeteler nasıl yaşıyordu? İşte olayın en ince tarafı. Çünkü 90’ların başında İzmir’in kimlik sorunu yoktu. Demografik durumsa İzmirlilik üzerineydi. Henüz siyasi partilerde nepotizm ve feodal kayırmacılığı “demokrasi” sanmıyordu. Burhan Özfatura, Yüksel Çakmur, Kutlu Aktaş, Metin Öney, Kemal Anadol, Ahmet Ersin, Ekrem Demirtaş, Tuğrul Yemişçi, Cemal Tercan ve Mehmet Ali Susam, Salih Esen, Atıl Akkan, Necip Kalkan, İsmail Sivri, Erol Akıcılar, Yılmaz Temizocak, Esin Özgener, Ender Yorgancılar ve adını hatırlamadığım pek çok irade, her ne olursa olsun İzmirli olmanın gururunu yaşar ve yaşatırdı.

Başlı başına Yeni Asır bir okul ve ekoldü, Telgraf, akşam üzerleri çıkar ama Sezer Doğan İzmir basınının ağabeyi, babası gibiydi. Kordon’da rakipler oturur, bira, çay içer günü tartışırdı.

İşte bu olağan üstü uygar durum, İstanbul baronlarının dikkatini çekti. Sanıyorum 90’ların sonunda ilk “ek” açıldı… Sonra diğerleri… Bu arada adına “haber ajansı” denilen kuruluşlar da açılmaya başladı.

Fakat her şeye rağmen İzmir iş dünyası özellikle Ekrem Demirtaş ve Necip Kalkan’ın irade olduğu dönemlerde İzmir Basınını “yok saymadı”.

Bir zaman sonra önce İzmir iş dünyası, özellikle basın, halkla ilişkiler ve ajans işlerini İstanbul’a kaydırdı. Bu durum ileride İzmir Büyük Şehir Belediyesi'nin de İzmir basınıyla “reklam ilan” konularını İstanbul’daki İzmir bilmez, küstah ajanslara vermesiyle devam etti.

2000’le başlar İzmir özgün ve özgür basınının güç kaybı… İş dünyasındaki koltuk değişimleri, İzmir şirketlerinin ve tabii Yeni Asır gibi İzmir’in en önemli basın kuruluşunun İzmirli olmayanlarca satın alınması, belediyelerin basına ayrımcı yaklaşmaları ve kadrolarına İzmir dışından İzmirli olmayanları getirmeye başlamaları, bazı talihsiz ve kaygı verici maddi menfaat savaşlarının da başlamasına neden oldu.

Bu arada hemen belirtmeliyim, İzmirli gazeteciler arasında, rekabete rağmen dostlukların, arkadaşlıkların, yardımlaşma ve dayanışmanın yapaylaşması da 2000’le birlikte başladı. Hatırlatmalıyım, 1990’larda bir TV muhabiri, maaşıyla yuva kurma becerisi gösterirken, 2024’te sefalet ücreti olan asgari ücretle özgürlük mücadelesi veriyor görünüyor.

2000’li yıllar İzmir’in televizyonlarının kapanmalarını getirdi. İstanbul ekranlarında alenen İzmir’i yok sayan, güya demokrat ama zır cahil ekran kuşlarının İzmir’de idol olarak görülmesine yol açtı. İşte İzmir’in iş dünyasının, İzmir’e yabancılaşması, İzmir’in dinamik ve potansiyellerini bilmemesi, basınıyla iletişimi koparması ve İstanbul’u bir “amaç” görmesi İzmir’in o asırlık basın anlayışını da bozdu.

Şu anki Ticaret ve Sanayi Odaları ve Esnaf teşkilatlarıyla irili ufaklı, kadınlı erkekli sermaye örgütlerinin İzmir anlayışlarının olmadığı ya da darlığı, İzmir aidiyetlerininse kesinlikle sıfır düzeyinde olduğunu, son açıklamalarda görebiliyorum.

Oysa Mahmut Özgener de Ender Yorgancılar da İzmir’in çocukları, babalarının İzmir ekonomisine, sosyal hayatına katkılarını kimse unutmaz. Lakin örneğin merhum Sancar Maruflu’nun şirketi Hisdaş’ın yaşadıklarında, İzmir’in yabancılaşmaya başlayan siyasi aktörlerinin ve tüm ilişkilerini İstanbul’a devreden şirket sahiplerinin vebali bulunmaktadır.

Ciddi olarak meraktayım. İGC, İzsiad ve Egiad gerçekte neden bu kadar üst perdeden tepki koydular, eklerin kapanmasını İzmir’in sesinin kısılmasına bağladılar? 

Kendileri değil mi İstanbul boyalı medyasını, riyakar ekran aktörlerini, İzmir’e “kahraman” “duayen” “eşsiz” diye dayatan?

İGC değil mi gazetecilerin önemli günlerinde kendi meslektaşlarına mikrofon vermeyip ya da sadece başkanın seçmenlerine veriyormuş gibi, yapıp, İstanbul’dan gelenleri Kordon’da ağırlayan? İGC son yıllarda “gazetecilerin gazetesini” dahi antidemokratik bir bakış açısıyla İGC’nin çiftliği yapmadı mı? İGC tüm gazetelere, haber sitelerine, internet televizyonlarına, dergilerine eşit mesafede mi duruyor?

Gelelim yazları Çeşme kışları Kordon yaşantılarında “iş dünyası” oluşturan muhteremlere. Açıkça soruyorum şimdi, siz İzmir’de kaç gazete yayınlanıyor biliyor musunuz? Bu gazeteler nasıl yayınlanıyor biliyor musunuz? İzmir’de muhabirlik yapmanın güçlüğünü ve bu çocukların nasıl sefil ücretlere mahkûm ve muhtaç olduklarını biliyor musunuz? Sizin reklam ve ilan şirketleriniz neden İstanbul üzerinden iş götürüyor?

İstanbullu tüpçü ek kapatıyor diye bunca salya sümük tuhaf isyanı, YENİGÜN, İLKSES, EGE TELGRAF, HABER EKSPRES, YENİ BAKIŞ, TİCARET GAZETESİ, İZ GAZETE, YENİ İZMİR GAZETESİ kapansaydı yapacak mıydınız?

Evet 9 Eylül Gazetesi’ni saymadım zira o gazete “gazetecilerin” değil İGC Başkanının gazetesi.

Hep söyledim yine söylüyorum. 

İstanbul’un ağır kapitalist baskısı İzmir’i kendi köyü haline getirecek. İzmir’de son 20 küsur yıldır, CHP yerel iktidarına rağmen, son seçimlerdeki nepotizm tsunamisi ne yazık ki iradelerden “İzmir aidiyetini” yok etti. 

Bugün İzmir’in sokaklarında kaybolacak kadar İzmir cahili olanlar, İstanbul, Malatya, Muğla, Batman'dan getirilip İzmir’in kaderine hükmedecek siyasi noktalarda konuşlandırılıyorlar. Şahsen ben, 30 yıldan fazladır bu kentin sokaklarındayım ama ilk kez yabancılık çekiyorum.

Söyler misinin bu işin sonu nereye gider? 

Neden İzmir’de “cahile alim boğdurma” işinin azmettiricileri belediyeler, partiler, iş dünyası örgütleri ve İGC? 

Neden İzmir’de empati, vicdan, merhamet, sorgulama, vefa, geçmişe sahip çıkma kalmadı? Neden artık İzmir'de gazeteci, gazetecinin dedikodusunu yapıp itibarsızlaştırmayı rekabet sanıyor? 

Sözün sonuna gelince.

İGC yönetimi de bilsin ki!

İş Dünyası da bilsin ki!

CHP’den başlayarak tüm siyasi aktör ve kurumlar bilsin ki!

İstanbul gazetelerinin ekleri İzmir’de kapandı diye saçma sapan karşı çıkan tüm samimiyetsiz ve kendi kentine kör olanlar bilsin ki, bu can bu tende oldukça susmayacağım. Yazmaya ve konuşmaya devam edeceğim.

Buyrun elinizden geleni ardınıza koymayın zira rızkı veren Hüda'dır, kula minnet eylemem!



15 Nisan 2023 Cumartesi

İÇİME SİNMİYOR, RAHAT DEĞİLİM!

 

Bir ay sonra bugün “her şey bitmiş” olacak… Kim “Cumhurbaşkanı” kimler “milletvekili” öğreneceğiz.

14 Mayıs Pazar günü de umarım “demokrasi şenliğine” katılacağız sandık başlarında. Öyle diyorlar ya bazı “tuzu kuru” aydınlar?

Ne de olsa asırlardır belki de, ama illa ki 1946’dan bu yana “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” dediğin doğar, büyür, askerlik yapar, vergi verir, çoluk çocuk sahibi olur, belirlenen sürelerde “oy kullanır”, hesap soramaz, merak edemez, seçtiği kişilere saygı duymak, karşısında hep onları övmek, varlıklarından duacı olmak, şikâyet etmemek, sıkıntısını gizlemek zorundadır. Kendi “seçer” ama “seçtiğinden” saygı beklemek hakkı yoktur. Hayat boyu ödediği vergilerin karşılığını alamasa da almış gibi yapmak, şükretmek zorundadır.

Daha yazayım mı?

Fukaralığı, gurabalığı, çok kalabalık olduğu halde her vatandaşın bire bir yapayalnız olduğunu da yazabilirim.

2002’den beri “iktidar” olan, gelenekler oluşturan, kendinden başka doğru ve yararlı görmeyen, yaptığı kadim yanlışlardan bile “ne yapayım kandırıldım” diye sıyrılabilen, sabah ayrı akşam ayrı söylemler geliştirip, işine gelmeyeni inkâr eden, eleştiren herkesi “terörist” ya da “dış güçlerin maşası” gören, anlaşılmaz bir tarih ve demokrasi yöntemi uyduran ve uydurduğuna inanan, inandıran bir siyasal, sosyal ve ekonomik “anlayış” Adalet ve Kalkınma Partisi…

Girdiği tüm seçimlerden “iktidar” çıktı.

Ama artık muhalefete çekilmeli…

Çünkü “başladığı” gibi götüremedi sürecini. 2002’den 2007’ye, 2007’den 2012’ye 2012’den 2016’ya ve 2016’den bugüne her dönem aslında o ilk çıkışındaki haykırışını adeta yalanladı. Bugün kabul etmeseler de eğitimden sağlığa, dış politikadan kültüre, ekonomiden imar iskana ve hatta deprem sorununda bile tamamen sonuçları yanlış uygulamalar ve politikalar yaşattılar.

Tabii iktidara geldikleri günden 15 Temmuz 2016’ya kadar “yağan yağmurda beraber ıslandıkları”, istedikleri her şeyi sorgusuz verdikleri, yeri geldiğinde salya sümük “ne olur gel” diye ağladıkları “şahsın” ve örgütünün Türkiye Cumhuriyeti kimliğine verdikleri zarar ve ziyanlar elbette yarınlarda özgür tarihçiler tarafından mutlaka mercek altına alınacak. Lakin 2002 ile 2016 arası yaşananların perde arkaları, evrensel emperyalizmle iş birlikleri bugün hala yansımalarını yaşadığımız ayrıntıları oluşturuyor.  

Uzatmayayım… 14 Mayıs seçiminin tarihsel önemine değineceğim ama, önce şu soruları kayda geçirmek istiyorum.

Bu “fetöcüler” kimler?

Yani tamam, bir tane kendisine “hoca efendi” dedirten şahıs vardı, okulları, hastaneleri, matbaaları, dernekleri, medyası da vardı. Zira “ne istedilerse” almışlardı. Peki özellikleri neler yani? Kurdukları “teşkilat” nasıl bir şey? O kadar çok kitap yazıldı ve program yapıldı ki, ben sadece öğrendiklerimi, yaşadıklarımı, tanık olduklarımı düşünüp yazıyorum. Bu “F Tipi Teşkilat” gerçekten İslami bir yapı mıydı yoksa “elbise” oydu da “içindeki” başka mıydı? Bunu neden sordum, çünkü bana göre bu teşkilat biraz “masonik” ve ritüelleri olan orta çağ dinsel örgütlerini andırıyordu hep bana. Hani biraz “besmele çeken Rodos Şövalyeleri” gibi yani!

Ama hepsi “okumuş” çocuklardı, bilen ve araştıran çocuklardı değil mi? Ne diyordu liderleri? “altın nesil” değil mi? Peki 2002 ile 2016 arasında özellikle bunlarla iletişimde olan “herkes” bunlardan mıydı? Yani onca isim geliyor da aklıma, çoğu “akşamcı” ve “solcu” söylemlere sahipti. “Yetmez ama evetçi” eski marjinallerin içinde bunlarla “demokrasi fotoğrafı” çektiren yok muydu? Ya da Amerika’da Avrupa’da “eğitim” alıp, doktora falan yapıp, ideal demokrasiyi amaç edinip, Anadolu halk tarihine sahip çıkıp bunlarla düşüp kalkanlar, gazetelerinde köşe yazanlar yok muydu?

Ya da İzmir’de bunların iftar yemeklerine katılıp sonra da her 9 Eylül’de “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” diye bağıranlar yok muydu? Fetöcü olmadığı, “abilere” biat etmediği halde, “hocafendiden hatıra tesbih” isteyenler yok muydu İzmir’de?

Vardı tabii.

İş adamları, siyasetçiler, bürokratlar, akademisyenler, gazeteciler o kadar çoktu ki? Bunların bir kısmının “F tipiyle” görüş birliktelikleri yoktu ama terfi etmek, daha çok kazanmak, iş almak, yeniden seçilmek ya da bazı bürokratik konularda kolay “olur” edinmek için sessiz kaldılar, ziyaretlerde bulundular, söyleştiler. Ama 2002 ile 2016 arası bunlarla arası kötü olanın iktidarla da arası kötüydü, kötü olurdu. İşin zaten sırrı da burada galiba.

O süreçte örneğin Cumhuriyet’in kurucu kadrosuna, Atatürk devrim ve söylemlerine saldıranların sığınacağı limandı “F Tipi”. Hatırlayın, iktidar alışkın olduğumuz ulusal bayramların kutlama biçimlerini yok ettiğinde, buna en fazla kimler alkış tutmuştu? O süreçte dolaylı da olsa Atatürk’ün bir “faşist diktatör” olduğunu, millete “asker muamelesi” yaptığını, milli bayramların hiç de “çağdaş” olmadığını yazan ve söyleyenler sadece “F Tipi” mensupları mıydı? Hayır. Hatta “örgüt mensupları” bu kendilerine sığınanlar kadar sert ifadelerde bulunmadı. Perde gerisinden teşvik etti, destekledi ve hepsini “maşa” gibi kullandı! Bugün “eski yazılarında” Atatürk’e ve devrimlerine “ırkçı” damgası yapıştıran bazı şahısların, düşüncelerini sadece “demokrasi özleminden” söylediklerine mi inanıyorsunuz? Peki dün Atatürk’e “ırkçı” diyebilecek kadar “İngilizleşenlerin”, bugün bu düşüncelerinde nerede durduklarını sorgulamayacak mıyız?

“Arabistanlı Lawrence” adını duymuşunuzdur mutlaka. Merak edip araştıranlar da vardır. Arabistan’ın Osmanlı’yı sırtından vurmasını organize eden İngiliz ajanı. İngiliz olduğu halde bir Arap gibi yaşayabilen bir ajan. Lawrence yöntemi İngilizler tarafından geliştirilip tüm güçlü istihbarat örgütlerince uzun soluklu kullanılan bir yöntem. Arap olmadığı halde Arap gibi, Türk olmadığı halde Türk gibi, Kürt, Rum, Ermeni olmadığı halde onlar gibi davranan İngiliz, Amerikalı, Fransız, İtalyan, Alman, İsrailli, Rus, İranlı çok ajan vardır Tarihte hatta bugün de.




Ya da Mütareke sürecinde İstanbul’da kur(dur)ulan “İngiliz Muhipler”, “Kürt Teali” cemiyetlerinin yöntemleri. İnanın bana görünüşte “Sivil Toplum Kuruluşu” veya “vakfı” gibi görünüp, insani amaçlı görüntüyle de her türlü bölücülük, nifak ve kaos çıkarmaya çalışan örgüt var ki dünyada. Dış vakıf veya kuruluşlar sanki hep insani destek mi olur bazı insanlara? Bugün düşünüyorum da dış örgütlenmelerden maddi -destek alan acaba kaç gazeteci veya akademisyen var ülkemizde?

Türkiye tarihine bir “gizemli” süreç daha eklendi. 2002 – 2016 diyorum ama galiba bu süreci 1990 – 2016 diye de uzatmamız gerekebilir. O 90’lı yılların nasıl kasvetli ve karanlık olduğunu unutmamamız şart.

Tabii adına “akiller” denen garip ötesi kişilerin zamanlarını, Mit ve Oslo olaylarını, dersanelerin kapatılması, 17 -25 Aralık süreçlerini de çok iyi analiz etmek gerekir. Yoksa “gizem” asla açığa çıkmayacak. 1990 – 2002 ve 2002 – 2016 süreçleri objektif tahlile ve araştırmaya muhtaç bence. Tıpkı 1918 – 1950 arası gibi.

Şimdi gelelim 14 Mayıs seçimine. Aslında belirlendiği günden beri tarihe kafayı fena taktım. Neden 14 Mayıs? Yani 7 Mayıs, ya da 21 Mayıs değil de 14 Mayıs? Bugünün 14 Mayıs 1950 ile bir ilişkisi gerçekten var mı? Bu ilişki gerçekten söylendiği gibi mi yoksa asla söylenmeyen ayrıntılara sahip mi?



Bir kere şahsen asla “yeter söz milletin” söylemine katılmıyorum. 1950’nin 14 Mayıs’ı da aynı slogana bağlandı ama “söz” hiçbir zaman “millete” ait olmadı. O yüzden “yemiyorum”! Peki nedir aslı? 13 Mayıs 1950’de Türkiye’de ne vardı? “Tek parti yönetim mi”? Hayır. Çünkü 1946’da Demokrat Parti öyle ya da böyle TBMM’deydi. 21 Temmuz 1946’de yapılan genel seçimlerde CHP 397, DP 61 ve Bağımsızlar 7 Milletvekilliği kazanmıştı. Yani “çok partili” sistem zaten vardı. Peki neydi işini aslı gerçekten? Konu çok uzun da ben kısaca şöyle yazayım. Bu sloganın da 1950’nin de altında dev bir ABD baskısı vardı. Lozan’da İsmet Paşa’ya finalde diklenen İngiliz’in söyledikleri vardı. Çünkü bugünleri her şeyiyle anlamamızın sırları 1950 şartlarında gizli. Celal Bayar’ın seçim meydanlarında “küçük Amerika olacağız” diye bağırmasının ardında da “evrensel emperyalizmin yeni tezgâhları” vardı. Rahmetli Menderes’in “tezgâhı” fark edip değişmeye çalışması ne üzücüdür ki hayatına mal oldu. Ama hep düşünürüm, okuduklarım da beni tatmin etmedi. Neden sadece Menderes ve iki bakan? Oysa darbeye bile direnmemişlerdi. Oysa Celal Bayar ki İstiklal Harbi’nin İttihatçı kökenli “Galip Hocası” idi, Çankaya Köşkü’nde direnmeye çalışmıştı. Mahkemelerde Adnan Bey kadar nazik de değildi. 27 Mayıs da ardından gelen darbe ve muhtıralar da bizim için hala muamma… Belki de gerçek organizatörler, anlamamızı da istemiyor.



“Yeter Söz Milletindir” 73 yıl sonra hem iktidar hem de muhalefet tarafından paylaşılamadı. Ama kimse de çıkıp “yahu hangi devirde millet gerçekten söz sahibiydi” demedi. Zira hem iktidarın hem de muhalefetin üst iradeleri “milletin söz sahibi olmasından” mutlu falan olmazlar! Millet 14 Mayıs’ı çok önemsiyor. Ben de milletin ferdi olarak önemsiyorum. Ama bize “oy vermemiz” için “dayatılan” her kese “eyvallah” demek içime sinmiyor. Adaylar, il başkanları istedikleri kadar bunun doğru olmadığını beyan etsinler. Nasılsa göreceğiz 14 Mayıs gecesi.



14 Mayıs ‘da biz “milletvekili” seçmeyeceğiz. Biz, bize sunulan kişileri istemesek de seçmek zorunda bırakıldık çünkü. Tek tek size o kim, bu kim diye yazmayacağım. CHP listesinden eski Taraf yazarı bir profesörü içime sindiremiyorum. Ama karşı olduğum ya da olmadığım için değil. Seçmenine üsten bakan, eleştirileri profesyonelce saptıran biri olduğu için. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Atatürk’ün kurduğu çizgide olmadığını biliyorum. Ama bu kadar seçkinci yaklaşabileceğini tahmin etmezdim. AKP listesindeki bir adayın da “kırmızı çizgimiz Atatürk, Bayrak, Vatan ve Devlet” demesi de ilginç örneğin. Kendisinin çizgileri budur da ittifak olduğu kişiler bayrağa karşı, Atatürk’e karşı, kadın haklarına karşı, devlet sistemine karşı. Eee ne olacak bu? Lakin AKP benim derdim değil, kendileri de “il başkanı” olarak seçtikleri kişiyi kolay sindirdiler sonuçta. Ben CHP’nin hali pürmelaline üzülüyorum. Atatürk’e “ırkçı” FETÖ’ye de sempati yazan CHP İzmir vekil adayı önce bıraksın rozet takmayı falan da çıkıp özeleştiri yapsın. Arasın konuşalım, görüselim. Ben onun gibi saygısızlık yapmam ona.

Evet İçime sinmiyor…

Çünkü iletişim yok, sorgulama ve eleştiri yasak ama milletin oy vermesi isteniyor. Emin olun ki, eleştiren bir iş adamı ya da bir dernek veya oda başkanı olsa derhal aranır ve nedamet dilenir. Lakin bir vatandaş hele de 30 küsur yıllık bir gazeteci konuştuğunda “canına okunmak” için her aşağılık yöntem devreye sokulur.

NOT: Artık bir süre bloğumda yazacağım. Okursanız gerçekten sevinirim. Artık kendi başıma “yalnız gazetecilik” yapacağım. Kimsenin değirmenine su taşıyamam bu yaştan sonra. Hele de kendini akıllı sananların peşinde dolanacak değilim.

 

30 Ocak 2022 Pazar

#PAZARNOTLARI (30 Ocak 2022)


Sanıyorum uzun bir süre kendi oluşturduğum bu alanda yazacağım. Bir hafta boyunca gözlemleyip, notlar alıp, düşünüp pazar günleri sizinle paylaşacağım. Zira gereken budur. Keşfettiğim sırları, üzeri örtülen gerçekleri herhangi bir siyasi taraflılıkla değil, sadece #İzmirlilik ruhuyla ve kesinlikle #İzmirce kaleme alacağım. 

Açıkçası düşünce yazmanın “bedava” oluşunu artık kabul edemiyorum. Düşünce özgürlüğünü savunmanın yolu, düşüncesini alenen yazanları “kullanmak” değil “değerlendirmektir”. Madem “bedava” yazıyorum, o halde kendi mecramda, özgürlüğümü dibine kadar yaşarım. “Muhabirliğin” süründürüldüğü “muharrirliğinse” ayrıma tutulup saygı görmediği alana da “basın” denmez, bilmem anlatabildim mi?

Ne diyeyim?

Okuyan okur ya da okumaz. Okuyan da okumayan da sağ olsun.

Son 10 gündür İzmir gündeminde finansa uzmanı Sıtkı Şükürer var. Hemen ardından da İzmir Ticaret Odası Meclis üyesi Koç Ali Al da garip söylemleriyle girdi kent gündemine.

Sıtkı bey mübadillerle ilgili söylediklerine ilişkin özür dilediyse de tepkiler devam etti. Ama ardından Koç Ali Al’ın akıl ve gerçek sınırlarını zorlayan, doyduğu yere ilişkin cehaleti nedeniyle söyledikleri ise Ödemiş Belediye Başkanı dışında “tepki görmedi”.

Çeşitli mecralarda yıllardır söylüyor ve yazıyorum. Dikkate alınmadığımın farkındayım çünkü kökenim hem “muhacir” hem de “yukarı mahalle”. İzmir’de gizli bir “kast” anlayışının olduğunu hep gülerek iddia ederdim ama, bu yaşımda bu kadar net yaşayacağımı hayal etmezdim. Evet yıllardır söylediğim, iddia edip haykırdığım, oldukça sert üsluplarla yazdığım neydi?

İzmir’in antik çağlardan bugüne tarihi ne yazık ki organize boşluklarla dolu.




Hele hele 1830 sonrası tamamen “kontrollü” tarih yazımına tabi kılınmış. 1900’lerdeki Balkan milliyetçiliklerinden 1919 işgaline, 1922 kurtuluşundan 1955 6-7 Eylül olaylarına, 1960 darbesinden 1980 büyük kırılmaya ve oradan da bugüne ne yazık ki kent tarihimiz türlü yalan, dolan, uydurmalarla doldurulmuş. Bunun en büyük nedeni “sermaye sahipleriyle” onların mensubu oldukları “gizli” ya da “açık” oluşumların menfaat beklentileridir.

Bugün “muhacir, mübadil, mülteci” sözcüklerinin kapsamlarının “maksatlı” olarak karıştırıldığını ibret ve dehşetle görüyoruz. Görüyoruz ama siyasi veya ekonomik çıkar beklentileri yüzünden “karıştırılanlara” karşı çıkamıyoruz.

Bu yıl 2022, İzmir’in Kurtuluşu’nun 100. Yıldönümü. Gelecek yıl ise Cumhuriyet’in 100. Yaşı.

Ancak 2022 sadece “kurtuluş” değil İzmir’in kadim kimliğini de kül eden yangının da yıldönümü.  Ama dikkat edin 1922 yangını ile ilgili bir söz bile duyamayız. Oysa bu yangın, işgalin arkasındaki büyük kirli gücün imzasıdır.

Sizi çok uzun yazarak meşgul etmek istemiyorum. Ama emin olun ülkemizin tarihi, Atatürk’ün ölümünden sonra çok müdahale görmüş. Çok partili sisteme geçtiğimizdeyse “küçük Amerika” sevdamızla iyice “hikayeler tomarına” döndürülmüş.

Kısa olarak yazayım. “Muhacir” tehcir edilen anlamında, zorunlu göçe tabi tutulan insanlara denir. “Mübadil” ise nüfuz değişimidir. “Mülteci” de son yılların yoğun kullanılan sözcüğüdür ki, çeşitli nedenlerle ve daha çok da “can güvenliği” sebebiyle, kendi isteğiyle “iltica eden” anlamındadır. Fakat gelin görün ki, bu sözcükler tarihsel bilgiden uzak insanların ağızlarında karıştırılarak gündem yapılmaktadır.

Önce bir hatırlatma yapayım. Osmanlı Devleti inancı gereği “fetih siyasetini” oldukça insani temellerle uygulamıştı. Yunanistan’dan Bulgaristan’a, Sırbistan’dan Bosna’ya hep “yerel halkı” koruyarak fethetmişti Osmanlı. 1453’te İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet’in, şehirdeki Ortodoks anlayışı koruduğunu unutmayalım. Osmanlı, aldığı yerlerdeki yerel halk ve inançlara dokunmamış, onlara özgürlük vermiş ve geleneklerini yaşatma imkânı tanımıştı.




Ama ne gariptir ki, daha sonraki asırlarda ortaya çıkan sömürge sistemlerinde, sömürgecilerin yeryüzünden sildiği, katliama tabi tuttuğu ne çok uygarlık ve halk olacaktı değil mi? Osmanlı, inancını uygulamıştı sadece. Ama 19.asırda Balkanlarda özellikle İngilizlerin, Osmanlı Devleti’nin yıkmak için pompaladığı “milliyetçilik” rüzgarları, Osmanlı’yı resmen arkasından hançerledi. Yerel unsurları özgür ve serbest bırakması, daha sonraki süreçlerde kopmalarını çabuklaştırdı. Tabii 17. Asırdan itibaren çöküşe giren devlet, içinde barındırdığı pek çok menfaatçi sözde devlet adamının da gayretiyle tüm mülkündeki egemenlik ve asayişi koruma haklarını yitirdi. Görünüşte “ekonomik” sebeplerdi ama, değişen dünya siyasetini de anlayamaması koca devleti bir anda “sömürge” konumuna getirdi.

1838 Baltalimanı Anlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı ve 1881’dek Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulması, her ne kadar bazı devlet adamları tarafından, devletin kurtuluş umudu görülse de başta İngiliz emperyalizmiyle işbirlikçileri çoktan “infaz emrini” vermişti.


Bağımsızlığa kavuşan her ülke, önce içindeki “Osmanlı tebaasından” kurtulma yolunu seçti. En yoğun sıkıntı da Yunanistan sınırları içindeydi. Akın akın ana yurda “hicret eden” muhacirler başta İstanbul ve İzmir olmak üzere Anadolu’ya dağıldılar. Onlar, zamanında Osmanlı’nın “fetih torunları” evlad-ı fatihandı.

Ardından gelen 1. Dünya Savaşı faturası da halka çıktı, hem de ne fatura! 

Göçler durmadığı gibi, örneğin İzmir ve kazalarında da bazı yerli Rumlar “göçe tabi” tutuldu. Dikkat edin daha işgal zamanı gelmedi. Rumlardan boşan yerlere, muhacir soydaşlar yerleştirildi. Yunan işgalindeyse tam tersi, onu da anlatacağım size ilerleyen yazılarda. 

Birinci Dünya Savaşı yıllarında İzmir’de çok ilginç bir olay da yaşandı. 

Müttefik Almanlar, istihbarat çalışmalarıyla, edindiği bazı “İzmirli” unsurlar eliyle Müslümanlara “Rum ve Ermeni düşmanlığı” dayattılar. Çok da zorlanmadılar zira, Balkanlardan gelen muhacirlerin, baba yurtlarından kendileri kovan, canlarına saldıran Yunan unsurlara zaten kızgındı. Alman istihbaratının 1915’lerde İttihat Terakki’yi “ikna edip” Ermeni Tehcirini de sağladığını, nedenininse Almanların, Anadolu’da “Alman kolonileri” kurmak istediğini yazmalıyım. Nedense bizim tarih kitaplarında bunlar yok.

Almanlar İzmir’de böyle çalışırken İngiliz istihbaratı durur mu? Üstelik İngilizler, Almanlardan daha şanslıydı. On yıllardır İzmir’de “ticaret” yapan “ayrıcalıklı kitle” Levantenlerin arasında, İngiliz istihbaratı için çalışan çok zengin aileler vardı. Hatta bu aileler, İngilizlere “Osmanlı’da asayiş bitti, canımız tehlikede” baskısı kurabilmek için “dağ eşkıyalarıyla” iş birliği bile yapmıştı. İşte bu İngiliz istihbaratı da Rum ve Ermeniler arasında çok organize “Türk Müslüman düşmanlığı” yaydı. Yunanistan karasından getirilen “papaz, öğretmen, iş insanı” görünümündeki “Megali İdea” donanımlı kişiler, İzmir’in yüzlerce yıllık “birliğini” dinamitlemeyi başardı.

15 Mayıs 1919 gününe giden yolların taşları, 1900 başlarında döşenmeye başlamıştı anlayacağınız.

Önce İtalyanların sonra da Yunanların işgalini onaylayan “emperyalist çete” dünya savaşı ardından zorla imzalattırdıkları Mondros ile Osmanlı’ya boyun eğdirdiler. İzmir çok kolay işgal edildi. Çünkü İzmir’in asırlık “birliği” çoktan dağılmıştı. Rum Metropolitinin “özellikle” seçilip İzmir’e yollanması bile, emperyalizmin başarısını gösterir. Ne gariptir ki İngiltere, Hrisostomos’a nasıl çıkarı gereği sahip çıktıysa, 9 Eylül 1922 ardından Nurettin Paşa’ya da aynı niyetle “sattı”!  

Burada hemen bir ayrıntıya dikkatinizi çekmek isterim. Çocukluğumdan beri her 9 Eylül’de “işgal temelli” anlatımlarda hep “İzmirli Rumlar işgal askerlerini alkışlarla, çiçeklerle karşıladı” vurgusu yapılır. Doğrudur ama “nedeni” hiç anlatılmaz. Çünkü nedeninde işin ucu İngiltere’ye dayanır ve İngiltere ne yaparsa yapsın “bizim dostumuzdur” (!) 

Oysa işgal günlerinde o kadar çok Rum ve Ermeni “komşuları” olan Müslüman Türkleri kollamıştır ki? Bunu “bilerek” yazan bir gazeteciyim. Öyle birilerinin yönlendirmesiyle yazmayacağımı bilirsiniz.

Gelecek yazıda size “mübadele” ve mübadillerle, onları İzmir’e ayak basar basmaz hem aşağılayıp hem de istismar edenleri anlatacağım. Bugün mübadeleyi “iki tahta bavul” ve “iki türküyle” anlatmaya çalışanları da insafa davet ediyorum. Çünkü “gerçekler” sanıldığından daha acı ve yer yer de tiksindirici. Hem gelenler hem gidenler açısından hem de. Koç Ali Al'a da cevabım gelecek yazıda. 

Okuduğunuz için teşekkürler aziz dostlarım. 

Hasan Tahsin Kocabaş

Özel mesajlarınız için: hasantahsink@gmail.com

BUGÜN 12 EYLÜL VE AMACA ULAŞTI EMPERYALİZM YA CHP?

1980'in 12 Eylül'ü #AtatürkCumhuriyeti'ne karşı yapılmış darbeydi ve başarıldı ne yazık ki! Bugün 12 Eylül önces...