Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

15 Nisan 2023 Cumartesi

İÇİME SİNMİYOR, RAHAT DEĞİLİM!

 

Bir ay sonra bugün “her şey bitmiş” olacak… Kim “Cumhurbaşkanı” kimler “milletvekili” öğreneceğiz.

14 Mayıs Pazar günü de umarım “demokrasi şenliğine” katılacağız sandık başlarında. Öyle diyorlar ya bazı “tuzu kuru” aydınlar?

Ne de olsa asırlardır belki de, ama illa ki 1946’dan bu yana “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” dediğin doğar, büyür, askerlik yapar, vergi verir, çoluk çocuk sahibi olur, belirlenen sürelerde “oy kullanır”, hesap soramaz, merak edemez, seçtiği kişilere saygı duymak, karşısında hep onları övmek, varlıklarından duacı olmak, şikâyet etmemek, sıkıntısını gizlemek zorundadır. Kendi “seçer” ama “seçtiğinden” saygı beklemek hakkı yoktur. Hayat boyu ödediği vergilerin karşılığını alamasa da almış gibi yapmak, şükretmek zorundadır.

Daha yazayım mı?

Fukaralığı, gurabalığı, çok kalabalık olduğu halde her vatandaşın bire bir yapayalnız olduğunu da yazabilirim.

2002’den beri “iktidar” olan, gelenekler oluşturan, kendinden başka doğru ve yararlı görmeyen, yaptığı kadim yanlışlardan bile “ne yapayım kandırıldım” diye sıyrılabilen, sabah ayrı akşam ayrı söylemler geliştirip, işine gelmeyeni inkâr eden, eleştiren herkesi “terörist” ya da “dış güçlerin maşası” gören, anlaşılmaz bir tarih ve demokrasi yöntemi uyduran ve uydurduğuna inanan, inandıran bir siyasal, sosyal ve ekonomik “anlayış” Adalet ve Kalkınma Partisi…

Girdiği tüm seçimlerden “iktidar” çıktı.

Ama artık muhalefete çekilmeli…

Çünkü “başladığı” gibi götüremedi sürecini. 2002’den 2007’ye, 2007’den 2012’ye 2012’den 2016’ya ve 2016’den bugüne her dönem aslında o ilk çıkışındaki haykırışını adeta yalanladı. Bugün kabul etmeseler de eğitimden sağlığa, dış politikadan kültüre, ekonomiden imar iskana ve hatta deprem sorununda bile tamamen sonuçları yanlış uygulamalar ve politikalar yaşattılar.

Tabii iktidara geldikleri günden 15 Temmuz 2016’ya kadar “yağan yağmurda beraber ıslandıkları”, istedikleri her şeyi sorgusuz verdikleri, yeri geldiğinde salya sümük “ne olur gel” diye ağladıkları “şahsın” ve örgütünün Türkiye Cumhuriyeti kimliğine verdikleri zarar ve ziyanlar elbette yarınlarda özgür tarihçiler tarafından mutlaka mercek altına alınacak. Lakin 2002 ile 2016 arası yaşananların perde arkaları, evrensel emperyalizmle iş birlikleri bugün hala yansımalarını yaşadığımız ayrıntıları oluşturuyor.  

Uzatmayayım… 14 Mayıs seçiminin tarihsel önemine değineceğim ama, önce şu soruları kayda geçirmek istiyorum.

Bu “fetöcüler” kimler?

Yani tamam, bir tane kendisine “hoca efendi” dedirten şahıs vardı, okulları, hastaneleri, matbaaları, dernekleri, medyası da vardı. Zira “ne istedilerse” almışlardı. Peki özellikleri neler yani? Kurdukları “teşkilat” nasıl bir şey? O kadar çok kitap yazıldı ve program yapıldı ki, ben sadece öğrendiklerimi, yaşadıklarımı, tanık olduklarımı düşünüp yazıyorum. Bu “F Tipi Teşkilat” gerçekten İslami bir yapı mıydı yoksa “elbise” oydu da “içindeki” başka mıydı? Bunu neden sordum, çünkü bana göre bu teşkilat biraz “masonik” ve ritüelleri olan orta çağ dinsel örgütlerini andırıyordu hep bana. Hani biraz “besmele çeken Rodos Şövalyeleri” gibi yani!

Ama hepsi “okumuş” çocuklardı, bilen ve araştıran çocuklardı değil mi? Ne diyordu liderleri? “altın nesil” değil mi? Peki 2002 ile 2016 arasında özellikle bunlarla iletişimde olan “herkes” bunlardan mıydı? Yani onca isim geliyor da aklıma, çoğu “akşamcı” ve “solcu” söylemlere sahipti. “Yetmez ama evetçi” eski marjinallerin içinde bunlarla “demokrasi fotoğrafı” çektiren yok muydu? Ya da Amerika’da Avrupa’da “eğitim” alıp, doktora falan yapıp, ideal demokrasiyi amaç edinip, Anadolu halk tarihine sahip çıkıp bunlarla düşüp kalkanlar, gazetelerinde köşe yazanlar yok muydu?

Ya da İzmir’de bunların iftar yemeklerine katılıp sonra da her 9 Eylül’de “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” diye bağıranlar yok muydu? Fetöcü olmadığı, “abilere” biat etmediği halde, “hocafendiden hatıra tesbih” isteyenler yok muydu İzmir’de?

Vardı tabii.

İş adamları, siyasetçiler, bürokratlar, akademisyenler, gazeteciler o kadar çoktu ki? Bunların bir kısmının “F tipiyle” görüş birliktelikleri yoktu ama terfi etmek, daha çok kazanmak, iş almak, yeniden seçilmek ya da bazı bürokratik konularda kolay “olur” edinmek için sessiz kaldılar, ziyaretlerde bulundular, söyleştiler. Ama 2002 ile 2016 arası bunlarla arası kötü olanın iktidarla da arası kötüydü, kötü olurdu. İşin zaten sırrı da burada galiba.

O süreçte örneğin Cumhuriyet’in kurucu kadrosuna, Atatürk devrim ve söylemlerine saldıranların sığınacağı limandı “F Tipi”. Hatırlayın, iktidar alışkın olduğumuz ulusal bayramların kutlama biçimlerini yok ettiğinde, buna en fazla kimler alkış tutmuştu? O süreçte dolaylı da olsa Atatürk’ün bir “faşist diktatör” olduğunu, millete “asker muamelesi” yaptığını, milli bayramların hiç de “çağdaş” olmadığını yazan ve söyleyenler sadece “F Tipi” mensupları mıydı? Hayır. Hatta “örgüt mensupları” bu kendilerine sığınanlar kadar sert ifadelerde bulunmadı. Perde gerisinden teşvik etti, destekledi ve hepsini “maşa” gibi kullandı! Bugün “eski yazılarında” Atatürk’e ve devrimlerine “ırkçı” damgası yapıştıran bazı şahısların, düşüncelerini sadece “demokrasi özleminden” söylediklerine mi inanıyorsunuz? Peki dün Atatürk’e “ırkçı” diyebilecek kadar “İngilizleşenlerin”, bugün bu düşüncelerinde nerede durduklarını sorgulamayacak mıyız?

“Arabistanlı Lawrence” adını duymuşunuzdur mutlaka. Merak edip araştıranlar da vardır. Arabistan’ın Osmanlı’yı sırtından vurmasını organize eden İngiliz ajanı. İngiliz olduğu halde bir Arap gibi yaşayabilen bir ajan. Lawrence yöntemi İngilizler tarafından geliştirilip tüm güçlü istihbarat örgütlerince uzun soluklu kullanılan bir yöntem. Arap olmadığı halde Arap gibi, Türk olmadığı halde Türk gibi, Kürt, Rum, Ermeni olmadığı halde onlar gibi davranan İngiliz, Amerikalı, Fransız, İtalyan, Alman, İsrailli, Rus, İranlı çok ajan vardır Tarihte hatta bugün de.




Ya da Mütareke sürecinde İstanbul’da kur(dur)ulan “İngiliz Muhipler”, “Kürt Teali” cemiyetlerinin yöntemleri. İnanın bana görünüşte “Sivil Toplum Kuruluşu” veya “vakfı” gibi görünüp, insani amaçlı görüntüyle de her türlü bölücülük, nifak ve kaos çıkarmaya çalışan örgüt var ki dünyada. Dış vakıf veya kuruluşlar sanki hep insani destek mi olur bazı insanlara? Bugün düşünüyorum da dış örgütlenmelerden maddi -destek alan acaba kaç gazeteci veya akademisyen var ülkemizde?

Türkiye tarihine bir “gizemli” süreç daha eklendi. 2002 – 2016 diyorum ama galiba bu süreci 1990 – 2016 diye de uzatmamız gerekebilir. O 90’lı yılların nasıl kasvetli ve karanlık olduğunu unutmamamız şart.

Tabii adına “akiller” denen garip ötesi kişilerin zamanlarını, Mit ve Oslo olaylarını, dersanelerin kapatılması, 17 -25 Aralık süreçlerini de çok iyi analiz etmek gerekir. Yoksa “gizem” asla açığa çıkmayacak. 1990 – 2002 ve 2002 – 2016 süreçleri objektif tahlile ve araştırmaya muhtaç bence. Tıpkı 1918 – 1950 arası gibi.

Şimdi gelelim 14 Mayıs seçimine. Aslında belirlendiği günden beri tarihe kafayı fena taktım. Neden 14 Mayıs? Yani 7 Mayıs, ya da 21 Mayıs değil de 14 Mayıs? Bugünün 14 Mayıs 1950 ile bir ilişkisi gerçekten var mı? Bu ilişki gerçekten söylendiği gibi mi yoksa asla söylenmeyen ayrıntılara sahip mi?



Bir kere şahsen asla “yeter söz milletin” söylemine katılmıyorum. 1950’nin 14 Mayıs’ı da aynı slogana bağlandı ama “söz” hiçbir zaman “millete” ait olmadı. O yüzden “yemiyorum”! Peki nedir aslı? 13 Mayıs 1950’de Türkiye’de ne vardı? “Tek parti yönetim mi”? Hayır. Çünkü 1946’da Demokrat Parti öyle ya da böyle TBMM’deydi. 21 Temmuz 1946’de yapılan genel seçimlerde CHP 397, DP 61 ve Bağımsızlar 7 Milletvekilliği kazanmıştı. Yani “çok partili” sistem zaten vardı. Peki neydi işini aslı gerçekten? Konu çok uzun da ben kısaca şöyle yazayım. Bu sloganın da 1950’nin de altında dev bir ABD baskısı vardı. Lozan’da İsmet Paşa’ya finalde diklenen İngiliz’in söyledikleri vardı. Çünkü bugünleri her şeyiyle anlamamızın sırları 1950 şartlarında gizli. Celal Bayar’ın seçim meydanlarında “küçük Amerika olacağız” diye bağırmasının ardında da “evrensel emperyalizmin yeni tezgâhları” vardı. Rahmetli Menderes’in “tezgâhı” fark edip değişmeye çalışması ne üzücüdür ki hayatına mal oldu. Ama hep düşünürüm, okuduklarım da beni tatmin etmedi. Neden sadece Menderes ve iki bakan? Oysa darbeye bile direnmemişlerdi. Oysa Celal Bayar ki İstiklal Harbi’nin İttihatçı kökenli “Galip Hocası” idi, Çankaya Köşkü’nde direnmeye çalışmıştı. Mahkemelerde Adnan Bey kadar nazik de değildi. 27 Mayıs da ardından gelen darbe ve muhtıralar da bizim için hala muamma… Belki de gerçek organizatörler, anlamamızı da istemiyor.



“Yeter Söz Milletindir” 73 yıl sonra hem iktidar hem de muhalefet tarafından paylaşılamadı. Ama kimse de çıkıp “yahu hangi devirde millet gerçekten söz sahibiydi” demedi. Zira hem iktidarın hem de muhalefetin üst iradeleri “milletin söz sahibi olmasından” mutlu falan olmazlar! Millet 14 Mayıs’ı çok önemsiyor. Ben de milletin ferdi olarak önemsiyorum. Ama bize “oy vermemiz” için “dayatılan” her kese “eyvallah” demek içime sinmiyor. Adaylar, il başkanları istedikleri kadar bunun doğru olmadığını beyan etsinler. Nasılsa göreceğiz 14 Mayıs gecesi.



14 Mayıs ‘da biz “milletvekili” seçmeyeceğiz. Biz, bize sunulan kişileri istemesek de seçmek zorunda bırakıldık çünkü. Tek tek size o kim, bu kim diye yazmayacağım. CHP listesinden eski Taraf yazarı bir profesörü içime sindiremiyorum. Ama karşı olduğum ya da olmadığım için değil. Seçmenine üsten bakan, eleştirileri profesyonelce saptıran biri olduğu için. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Atatürk’ün kurduğu çizgide olmadığını biliyorum. Ama bu kadar seçkinci yaklaşabileceğini tahmin etmezdim. AKP listesindeki bir adayın da “kırmızı çizgimiz Atatürk, Bayrak, Vatan ve Devlet” demesi de ilginç örneğin. Kendisinin çizgileri budur da ittifak olduğu kişiler bayrağa karşı, Atatürk’e karşı, kadın haklarına karşı, devlet sistemine karşı. Eee ne olacak bu? Lakin AKP benim derdim değil, kendileri de “il başkanı” olarak seçtikleri kişiyi kolay sindirdiler sonuçta. Ben CHP’nin hali pürmelaline üzülüyorum. Atatürk’e “ırkçı” FETÖ’ye de sempati yazan CHP İzmir vekil adayı önce bıraksın rozet takmayı falan da çıkıp özeleştiri yapsın. Arasın konuşalım, görüselim. Ben onun gibi saygısızlık yapmam ona.

Evet İçime sinmiyor…

Çünkü iletişim yok, sorgulama ve eleştiri yasak ama milletin oy vermesi isteniyor. Emin olun ki, eleştiren bir iş adamı ya da bir dernek veya oda başkanı olsa derhal aranır ve nedamet dilenir. Lakin bir vatandaş hele de 30 küsur yıllık bir gazeteci konuştuğunda “canına okunmak” için her aşağılık yöntem devreye sokulur.

NOT: Artık bir süre bloğumda yazacağım. Okursanız gerçekten sevinirim. Artık kendi başıma “yalnız gazetecilik” yapacağım. Kimsenin değirmenine su taşıyamam bu yaştan sonra. Hele de kendini akıllı sananların peşinde dolanacak değilim.

 

30 Ocak 2022 Pazar

#PAZARNOTLARI (30 Ocak 2022)


Sanıyorum uzun bir süre kendi oluşturduğum bu alanda yazacağım. Bir hafta boyunca gözlemleyip, notlar alıp, düşünüp pazar günleri sizinle paylaşacağım. Zira gereken budur. Keşfettiğim sırları, üzeri örtülen gerçekleri herhangi bir siyasi taraflılıkla değil, sadece #İzmirlilik ruhuyla ve kesinlikle #İzmirce kaleme alacağım. 

Açıkçası düşünce yazmanın “bedava” oluşunu artık kabul edemiyorum. Düşünce özgürlüğünü savunmanın yolu, düşüncesini alenen yazanları “kullanmak” değil “değerlendirmektir”. Madem “bedava” yazıyorum, o halde kendi mecramda, özgürlüğümü dibine kadar yaşarım. “Muhabirliğin” süründürüldüğü “muharrirliğinse” ayrıma tutulup saygı görmediği alana da “basın” denmez, bilmem anlatabildim mi?

Ne diyeyim?

Okuyan okur ya da okumaz. Okuyan da okumayan da sağ olsun.

Son 10 gündür İzmir gündeminde finansa uzmanı Sıtkı Şükürer var. Hemen ardından da İzmir Ticaret Odası Meclis üyesi Koç Ali Al da garip söylemleriyle girdi kent gündemine.

Sıtkı bey mübadillerle ilgili söylediklerine ilişkin özür dilediyse de tepkiler devam etti. Ama ardından Koç Ali Al’ın akıl ve gerçek sınırlarını zorlayan, doyduğu yere ilişkin cehaleti nedeniyle söyledikleri ise Ödemiş Belediye Başkanı dışında “tepki görmedi”.

Çeşitli mecralarda yıllardır söylüyor ve yazıyorum. Dikkate alınmadığımın farkındayım çünkü kökenim hem “muhacir” hem de “yukarı mahalle”. İzmir’de gizli bir “kast” anlayışının olduğunu hep gülerek iddia ederdim ama, bu yaşımda bu kadar net yaşayacağımı hayal etmezdim. Evet yıllardır söylediğim, iddia edip haykırdığım, oldukça sert üsluplarla yazdığım neydi?

İzmir’in antik çağlardan bugüne tarihi ne yazık ki organize boşluklarla dolu.




Hele hele 1830 sonrası tamamen “kontrollü” tarih yazımına tabi kılınmış. 1900’lerdeki Balkan milliyetçiliklerinden 1919 işgaline, 1922 kurtuluşundan 1955 6-7 Eylül olaylarına, 1960 darbesinden 1980 büyük kırılmaya ve oradan da bugüne ne yazık ki kent tarihimiz türlü yalan, dolan, uydurmalarla doldurulmuş. Bunun en büyük nedeni “sermaye sahipleriyle” onların mensubu oldukları “gizli” ya da “açık” oluşumların menfaat beklentileridir.

Bugün “muhacir, mübadil, mülteci” sözcüklerinin kapsamlarının “maksatlı” olarak karıştırıldığını ibret ve dehşetle görüyoruz. Görüyoruz ama siyasi veya ekonomik çıkar beklentileri yüzünden “karıştırılanlara” karşı çıkamıyoruz.

Bu yıl 2022, İzmir’in Kurtuluşu’nun 100. Yıldönümü. Gelecek yıl ise Cumhuriyet’in 100. Yaşı.

Ancak 2022 sadece “kurtuluş” değil İzmir’in kadim kimliğini de kül eden yangının da yıldönümü.  Ama dikkat edin 1922 yangını ile ilgili bir söz bile duyamayız. Oysa bu yangın, işgalin arkasındaki büyük kirli gücün imzasıdır.

Sizi çok uzun yazarak meşgul etmek istemiyorum. Ama emin olun ülkemizin tarihi, Atatürk’ün ölümünden sonra çok müdahale görmüş. Çok partili sisteme geçtiğimizdeyse “küçük Amerika” sevdamızla iyice “hikayeler tomarına” döndürülmüş.

Kısa olarak yazayım. “Muhacir” tehcir edilen anlamında, zorunlu göçe tabi tutulan insanlara denir. “Mübadil” ise nüfuz değişimidir. “Mülteci” de son yılların yoğun kullanılan sözcüğüdür ki, çeşitli nedenlerle ve daha çok da “can güvenliği” sebebiyle, kendi isteğiyle “iltica eden” anlamındadır. Fakat gelin görün ki, bu sözcükler tarihsel bilgiden uzak insanların ağızlarında karıştırılarak gündem yapılmaktadır.

Önce bir hatırlatma yapayım. Osmanlı Devleti inancı gereği “fetih siyasetini” oldukça insani temellerle uygulamıştı. Yunanistan’dan Bulgaristan’a, Sırbistan’dan Bosna’ya hep “yerel halkı” koruyarak fethetmişti Osmanlı. 1453’te İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet’in, şehirdeki Ortodoks anlayışı koruduğunu unutmayalım. Osmanlı, aldığı yerlerdeki yerel halk ve inançlara dokunmamış, onlara özgürlük vermiş ve geleneklerini yaşatma imkânı tanımıştı.




Ama ne gariptir ki, daha sonraki asırlarda ortaya çıkan sömürge sistemlerinde, sömürgecilerin yeryüzünden sildiği, katliama tabi tuttuğu ne çok uygarlık ve halk olacaktı değil mi? Osmanlı, inancını uygulamıştı sadece. Ama 19.asırda Balkanlarda özellikle İngilizlerin, Osmanlı Devleti’nin yıkmak için pompaladığı “milliyetçilik” rüzgarları, Osmanlı’yı resmen arkasından hançerledi. Yerel unsurları özgür ve serbest bırakması, daha sonraki süreçlerde kopmalarını çabuklaştırdı. Tabii 17. Asırdan itibaren çöküşe giren devlet, içinde barındırdığı pek çok menfaatçi sözde devlet adamının da gayretiyle tüm mülkündeki egemenlik ve asayişi koruma haklarını yitirdi. Görünüşte “ekonomik” sebeplerdi ama, değişen dünya siyasetini de anlayamaması koca devleti bir anda “sömürge” konumuna getirdi.

1838 Baltalimanı Anlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı ve 1881’dek Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulması, her ne kadar bazı devlet adamları tarafından, devletin kurtuluş umudu görülse de başta İngiliz emperyalizmiyle işbirlikçileri çoktan “infaz emrini” vermişti.


Bağımsızlığa kavuşan her ülke, önce içindeki “Osmanlı tebaasından” kurtulma yolunu seçti. En yoğun sıkıntı da Yunanistan sınırları içindeydi. Akın akın ana yurda “hicret eden” muhacirler başta İstanbul ve İzmir olmak üzere Anadolu’ya dağıldılar. Onlar, zamanında Osmanlı’nın “fetih torunları” evlad-ı fatihandı.

Ardından gelen 1. Dünya Savaşı faturası da halka çıktı, hem de ne fatura! 

Göçler durmadığı gibi, örneğin İzmir ve kazalarında da bazı yerli Rumlar “göçe tabi” tutuldu. Dikkat edin daha işgal zamanı gelmedi. Rumlardan boşan yerlere, muhacir soydaşlar yerleştirildi. Yunan işgalindeyse tam tersi, onu da anlatacağım size ilerleyen yazılarda. 

Birinci Dünya Savaşı yıllarında İzmir’de çok ilginç bir olay da yaşandı. 

Müttefik Almanlar, istihbarat çalışmalarıyla, edindiği bazı “İzmirli” unsurlar eliyle Müslümanlara “Rum ve Ermeni düşmanlığı” dayattılar. Çok da zorlanmadılar zira, Balkanlardan gelen muhacirlerin, baba yurtlarından kendileri kovan, canlarına saldıran Yunan unsurlara zaten kızgındı. Alman istihbaratının 1915’lerde İttihat Terakki’yi “ikna edip” Ermeni Tehcirini de sağladığını, nedenininse Almanların, Anadolu’da “Alman kolonileri” kurmak istediğini yazmalıyım. Nedense bizim tarih kitaplarında bunlar yok.

Almanlar İzmir’de böyle çalışırken İngiliz istihbaratı durur mu? Üstelik İngilizler, Almanlardan daha şanslıydı. On yıllardır İzmir’de “ticaret” yapan “ayrıcalıklı kitle” Levantenlerin arasında, İngiliz istihbaratı için çalışan çok zengin aileler vardı. Hatta bu aileler, İngilizlere “Osmanlı’da asayiş bitti, canımız tehlikede” baskısı kurabilmek için “dağ eşkıyalarıyla” iş birliği bile yapmıştı. İşte bu İngiliz istihbaratı da Rum ve Ermeniler arasında çok organize “Türk Müslüman düşmanlığı” yaydı. Yunanistan karasından getirilen “papaz, öğretmen, iş insanı” görünümündeki “Megali İdea” donanımlı kişiler, İzmir’in yüzlerce yıllık “birliğini” dinamitlemeyi başardı.

15 Mayıs 1919 gününe giden yolların taşları, 1900 başlarında döşenmeye başlamıştı anlayacağınız.

Önce İtalyanların sonra da Yunanların işgalini onaylayan “emperyalist çete” dünya savaşı ardından zorla imzalattırdıkları Mondros ile Osmanlı’ya boyun eğdirdiler. İzmir çok kolay işgal edildi. Çünkü İzmir’in asırlık “birliği” çoktan dağılmıştı. Rum Metropolitinin “özellikle” seçilip İzmir’e yollanması bile, emperyalizmin başarısını gösterir. Ne gariptir ki İngiltere, Hrisostomos’a nasıl çıkarı gereği sahip çıktıysa, 9 Eylül 1922 ardından Nurettin Paşa’ya da aynı niyetle “sattı”!  

Burada hemen bir ayrıntıya dikkatinizi çekmek isterim. Çocukluğumdan beri her 9 Eylül’de “işgal temelli” anlatımlarda hep “İzmirli Rumlar işgal askerlerini alkışlarla, çiçeklerle karşıladı” vurgusu yapılır. Doğrudur ama “nedeni” hiç anlatılmaz. Çünkü nedeninde işin ucu İngiltere’ye dayanır ve İngiltere ne yaparsa yapsın “bizim dostumuzdur” (!) 

Oysa işgal günlerinde o kadar çok Rum ve Ermeni “komşuları” olan Müslüman Türkleri kollamıştır ki? Bunu “bilerek” yazan bir gazeteciyim. Öyle birilerinin yönlendirmesiyle yazmayacağımı bilirsiniz.

Gelecek yazıda size “mübadele” ve mübadillerle, onları İzmir’e ayak basar basmaz hem aşağılayıp hem de istismar edenleri anlatacağım. Bugün mübadeleyi “iki tahta bavul” ve “iki türküyle” anlatmaya çalışanları da insafa davet ediyorum. Çünkü “gerçekler” sanıldığından daha acı ve yer yer de tiksindirici. Hem gelenler hem gidenler açısından hem de. Koç Ali Al'a da cevabım gelecek yazıda. 

Okuduğunuz için teşekkürler aziz dostlarım. 

Hasan Tahsin Kocabaş

Özel mesajlarınız için: hasantahsink@gmail.com

25 Temmuz 2020 Cumartesi

“HATIRLAMAK” ERDEMDİR “YOK SAYMAK” İHANET


 Neden böyle olduk? Ne zaman böyle olduk anlayamıyorum. 

#Tarih öyle bir bilim dalı ki bir kez “yanlış” gözle baktınız mı, sonuç da hiç iyi olmuyor. Tarih, oldukça dinamiktir aslında. Kişiler, olaylar hep “geçmişte de kalsa” sonuçları hep gelecekte yaşanıyor. Belki onun için insanlık, yaşarken daima kaydetmiş.

Yazmış, çizmiş, konuşmuş; ama, kaydetmiş.

İster duvar ister tomar, ister kaset, ister anı, ister resim, fotoğraf veya görüntü; ama kayıt etmiş ve bırakmış geleceğe.

“Gelecek” dediğimiz de, mesela “bugün” işte. Bizim için “gelecek” ise “yarın”.

Yarınlarda biz yaşıyor olmasak da, kuşaklar bugün kayıt ettiklerimizi bulacak ve mutlaka ilgilerini çekecek.

Normali bu.

Bir de “anormali” var işin. İşin içine sığ siyaset, şeytani beklentiler girince, kayıtları bulanlar ya tahrip edebiliyor ya da unutturuyor bir şekilde. Hatırlanmasın, merak edilmesin diye de her türlü kumpası çeviriyor. Örneğin, suyun başında olanlar “popüler” ve günü birlik yaşamayı yani cehaleti pompalıyor. Sonra bir bakıyorsunuz “hainler kahraman, kahramanlar hain”!

2020 yılını yaşıyoruz. Tanıdığımız çok değerli tarihçiler var, gazeteciler var, siyasetçiler var. Dikkat edin, son 20 yıldır sanki “tarih”, herkesin “işine göre “kullandığı” alan oldu.

Doğru mu?

Asla ve asla!

Çünkü tarih “tekliğinde değerlendirilecek” bir alandır. Yani, asırlar önce olmuş bir hadiseyi siz, günümüz bakış açılarıyla yorumlayamazsınız. Yorumlar doğru olmaz. Tarihteki her olayın, kendi dönem şartlarındaki özellikleri vardır. İster bir fetih, ister bir savaş hatta barış anlaşması, ister işgal ya da katliam, kıyım, isterse ekonomik bir faaliyet, ne olursa olsun önce, kendi döneminin tüm şartlarıyla anlaşılması gerekir. Ve tarihte yaşamış kim olursa olsun, dönemini bitirip hayattan ayrıldığında, taraftar bulup bulmamasının onun için önemi yoktur. Tarihte yaşamış aktörlerin birinden yana olup diğerine karşı olmak, bir faydadan çok zarar getirir.

Ama işin içine günlük siyasi ya da ekonomik beklentiler girerse veya tarihte olmuş bitmiş bir olayın, günümüzde bilinmesinin “siyaseten” karşılığı zararlı görülüp unutturulursa, tarihte karanlık kısımlar oluşur ki, geçen asırlar, tarihini karatmış toplumların pek huzur bulamadıklarını gösterir.

Şimdi size içinde mümkün olduğunca “isimlerin” olmadığı “olay hatırlatmaları” yapacağım. Çünkü özellikle Ayasofya konusundaki bazı söylemler ve bu söylemlerin vardığı başka söylemler tarihi tahrip etmekten başka işe yaramıyor. Sadece huzur kaçırıyor, birliği tehdit ediyor. İnanın huzuru kaçıranlar ya da birliğe tehdit oluşturanların da “huzur” içinde olduklarını sanmıyorum.

Osmanlı Devleti ya da İmparatorluğu.

Tarih sahnesine çıktığı dönem 13. asrın sonudur. Önce beylik, sonra devlet ve imparatorluk olmuş. Belli bir döneme kadar attığı her adımdan ders çıkarıp devlet toplum hanesine başarıyla eklemiş bir oluşum. İstanbul’un fethi sonrası, köhne denilen Bizans’ın bazı devlet özelliklerini de bünyesine alıp, fütuhat inancıyla gözünü Katolik alemin kalbine dikmiş bir devlet.

İslam referansını, belli bir döneme kadar “barış, kardeşlik, birliktelik, hoşgörü” anlamında değerlendirmiş. Fethettiği farklı kültür ve inançlara zulmetmemiş, özgürlük vermiş ve ortak ekonomisinde özel bir yere de oturtmuş. Fethettiği yerlerde hiçbir kültürü yok etmemiş. Açık söyleyelim ki, eğer isteseydi yok ederdi ve bugün ne Ortodoksluk ne Sırplık ne Araplık ne Bulgar vs. olmazdı. Kılıç zoruyla her yeri değiştirirdi. Aynen bugün ABD’nin “yok ettiği” Kızılderili kültürünü sadece konuştuğumuz gibi. Bu örnekleri çoğaltmak da mümkündür. Ama çağdaşlarına göre Osmanlı’nın bakış açısının ne kadar farklı ve insani olduğunu reddedemeyiz. Ki olayları dönemin şartlarına göre değerlendirebilirsek.  

Ama asırlar geçmiş, şartlar ve dönemler değişmiş, bakış açıları farklılaşmış. 17. asırda özellikle de 1699 Karlofça Antlaşmasıyla o kocaman devlet adına “duraklama” denen döneme girmiş. Neden girmiş, nasıl girmiş, iç ve dış nedenler neymiş bunlara girmeyeceğim. İstiyorum ki okuyucularım merak etsin ve araştırsın.

1774’te mesela bir Küçük Kaynarca antlaşması yapmış Osmanlı Devletimiz. Bugün bizim için öyle sinir bozucu bir antlaşma ki, devletimiz Karadeniz üzerindeki gücünü, hakimiyetini kaybetmiş. Bir de üstüne Rusya’ya ayrıcalıklar (kapitülasyon) vermiş. Ve ilk kez savaş tazminatı ödemiş.

Yani o kudretli, hoşgörülü koca dev, tarih sahnesinde sarsılıyormuş. Acaba neden? Bunu sadece “başarısız yöneticiler” ya da “hainler” açıklamasıyla yapabilir miyiz? Bu haksızlık olur. 17. ve 18. asırlardaki evrensel değişimleri, yenilikleri, Osmanlı’nın bu evrensel değişime yaklaşımını değerlendirmeyecek miyiz?

Sonra 1826 tarihi var mesela. O muhteşem “Yeniçeri Ocağı” kapatılıyor. Ne dehşetli günler İstanbul’da… Araştırın görün o dehşet günlerini. Neden peki? Çünkü köhneleşmiş Yeniçeri ruhu. Devlete kafa tutan, kelle alanı haraç salan bir ucube çete gibi olmuş. Bir “yenilik” gerekmiş. Ve “gereği de” kanlı da olsa yapılmış. Bugün caddelerde “törensel” yürüyen “Mehteran’ı” bir de 1800’ler koşullarında düşünün. O caddelerde, törenlerde yürüyenlerin karşılığı “kudretli” yıllardır değil mi?

Ama Yeniçeri Ocağının tarihe karışması yetmemiş sürecin sorunlarına. Yeni ordu teşkilatı mı, ekonomi mi acaba 1829’da Yunanistan’a “bağımsızlık” tanınmasına neden olan?

Bugünkü ordunun da temeli olan Harbiye kurulmuş 1834’te.

“Duraklama” dedik ya? Hızla devam etmiş.

1800’lerde acaba Batıda, Avrupa’da, Mısır’da, Balkanlarda, Anadolu’da, Ege’de falan, neler olmuş? Neler olmuş ve Osmanlı Devleti bu olan bitene ne eylemiş?

Öyle ya da böyle, takvimler 1838’i gösterdiğinde olan olmuş.

Üzerinde “güneş” batmayan bir yeni devlet yumruğunu göstermiş. Adı İngiltere.

Hani “melek yüzlü şeytan”.

Devlet güç kaynağının “ekonomi” olduğunu tespit etmiş, “fütuhat” devri yerini kanlı, üçkağıtçı emperyalist şeytanlığa bırakmış. O, fethettiği yerlere adalet, özgürlük, refah götüren koca yürekli Osmanlı’ya öyle bir musallat olmuş ki… Balta Limanı Antlaşması’na imza attırmış. 1838 Balta Limanı Antlaşmasıyla Osmanlı; ekonomisini, sanayisini ciddi bir çöküşe teslim etmiş.

Ardından “Hayriye mi” yoksa “Şerriye mi” tartışılır, 1839 Tanzimat Fermanı. Hazırlayanların gerçekten ne düşündüğünü bilemem ama, devrin genel değişimlerini yorumlayıp, devleti “kurtaracak” idari, askeri ve ekonomik reformlar düşündükleri net. Lakin nasıl olacaktı ki “kurtuluş”?

Onca “kapitülasyon” ile nasıl yaşatacaksın “bağımsızlık” ruhunu?

Osmanlı’da “birileri” uğraşmış aslında “kurtulmayı” … Yetmemiş çabalar. 1856 yılında da bir ferman daha çıkmış. Adına da “Islahat” demişler. O asırlarca ayrı farklı görülmeyen farklı inanç toplumlarına “büyük” haklar vermişler. Burada “İngiltere” etkisi olduğunu, İngiltere’nin derdinin de “halklara özgürlük” olmadığını söylememe gerek var mı? Tıpkı daha sonraki asırlarda ABD’nin Irak’a “demokrasi” götürmesi gibi bir şey.

Hemen bir olay da aktarayım size:

"22 Eylül 1857’de İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Lord Stratford İzmir-Aydın Demiryolunu’nun başlangıcını oluşturacak Punta (Alsancak) Garı’nın temel atma töreninde yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Bu demiryolunun, sanayi ürünlerimizin Türkiye’ye girişini kolaylaştıracak faydalı bir sermaye yatırımı olacağı kanısındayız. Hepimizin bildiği gibi, Osmanlı’nın yeniden canlandırılmasında, Avrupa’nın her zamankinden daha çok çıkarı vardır. Batı uygarlığı Levant kapılarına geldi, dayandı. Şimdiye dek geçmeyi başaramadığımız bu kapılar, artık ardına dek açılacaktır. Açılmazsa, kendi çıkarlarımız doğrultusunda, zor kullanarak bu kapıları açacak ve isteklerimizi kabul ettirecek güce, hatta daha fazlasına sahip olduğumuzu herkesin bilmesini isterim. Anadolu’nun damarlarına yeni ve taze kan aşılayacak olan bu demiryolu gibi üretken girişimleri desteklemek, İngiltere Hükümeti’nin başta gelen görevidir.”

Ne diyorsunuz bu satırlara? Böylesine küstahça konuşan bir diplomatın, görevli olduğu toprakların sahibince tepki görüp görmediğini bilmiyoruz. Ama bu küstah diplomatın güç aldığı ne olabilir? O sınırsız Kapitülasyonlar olabilir mi? Tarihe de dikkat 1857!

Ha o da var tabii, tarihte aktörler değişir ama “amaçlar” değişmez. Aktörlerle amaçların farklılık gösterdiği belki de tek ülke Türkiye galiba?

Yıllar geçmiş, dünyada “farklı eğilimler” baş göstermiş ama Osmanlı Devleti bir türlü, ne yaptıysa süreci lehine çevirememiş. İçinden bazıları çıkmış “yeni yöntemler” önermiş de, belki de ekonomik özgürlüğünü kaybettiğinden devlet, bu yöntemlerden de umduğunu bulamamış. Çünkü “en mahrem kanallarına bile sızmış yabancılar”. Belki de göremediği buymuş.

1876’da Meşrutiyet’e geçmiş mutlakıyetten. Anayasa yayınlamış. Hemen ardında da uğruna ağıtlar yakılan meşhur “93 Harbi”. Ruslarla tutuşulan o müthiş savaş. 1877-1878 ve ardından Payitahtın burnunun dibinde, Ayastefanos’ta, Berlin’de antlaşmalar.

Ve kahramanlıklara rağmen dehşet kayıplar. Romanya’ya, Sırbistan’a, Karadağ’a “bağımsızlık” haklarının tanınması, Kars, Ardahan ve Batum’un Ruslar’a teslimi.

Hep merak ederim. Örneğin Sırplar, asırlarca kültürlerini özgürce yaşamalarına izin veren Osmanlı’ya nasıl böyle “düşman” olabildiler? Üstelik Padişah şehit etmelerine rağmen? Ve bu toplumlar “bir yerlerden” etkilenirken Osmanlı nasıl önlem alamadı?

O günler nasıl stresli zor günlerdi acaba. Rusların tehdidine karşı İngiltere sığınak mı görüldü? İngiltere de “hayır için” yardım etmedi ki hiç? Hep menfaat, hep çıkar. Ve bir bakıyoruz 1878’de Kıbrıs adası İngiltere’ye verilmiş.

Bitmemiş kederi koca devin, ekonominin artık “tek güç” olduğunu, “kılıç üstünlüğünün de” sona erdiğini ve hatta “tüfeğin icadıyla” hem “mertliğin” hem de “insanlığın” yerle yeksan olduğunu ya anlamamış ya da kabul edememiş.

Gırtlağına kadar borca girmiş, kapitülasyonların da baskısıyla elinde ne varsa gitmiş. Tarih 1881’i gösterdiğinde Selanik’te Mustafa Kemal dünyaya gelirken, İstanbul’da da “vampir” kod adlı Düyun-u Umumiye kurulmuş. Osmanlı Devleti kendi ekonomisini düzeltme işini belki içi kan ağlayarak İngiltere başkanlığındaki gruba teslim etmiş. Ve resmen “ekonomik özgürlük, bağımsızlık” sona ermiş. “Kolcular” denen bir “terörist grup” tesis etmiş İngilizler. Tütününü, üzümünü saklayan köylüleri, Türk-Rum demeden kurşuna dizmiş binlerce. Esasen bu tarihten sonra ne yapıldıysa dikiş tutmamış. Tüm iyi niyetli adımlar işe yaramamış. Dirayet yer yer gösterilse de, o “vampir” kod adlı melek yüzlü şeytanlar öyle bir sirayet etmiş ki. Osmanlı Devleti normalde 1900’lerin en başında yıkılacakken, belki de “başka siyasetlerin” gereği ve yine vampirlerin desteğiyle ayakta kalabilmiş.

1908 İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş, 33 yıllık bir iktidar yıkılmış. Yıkılmış; ama, başta İngiltere olmak üzere tüm “güçler” yerlerinden kıpırdamamış bile. 1908’de Bulgaristan da “bağımsız” oluvermiş. Aynı yıl Bosna-Hersek de bir güzel Avusturya-Macaristan tarafından “ilhak” edilmiş.

13 Nisan 1909’da tarihe “31 Mart Olayı” diye geçen (31 Mart 1325) hadise yaşanmış. O hadiseyi bile bugün “net olarak” bilemiyoruz. Çünkü 1909’u, 2020 gözüyle anlama hatasına düşüyoruz. Bir kısım “Hareket Ordusu’nu özgürlük nedeni” görürken diğer bir grup “olayları da planlayan bir askeri darbe” olarak görüyor. Ben bu tartışmaya girmem tabi ki. Fakat bu olay bile “huzuru” sağlamamış esasen. 1909 sonrası “çorap söküğü” gibi yaşanmış.

1909 ile 1913 arası huzur var mı?

Ne gezer? Çabalar olsa da sonuç hep aleyhte. Özellikle İngiltere “sopayı” sürekli göstererek istediğini yaptırıyor Osmanlı’ya.

1911’de ise Afrika’daki son toprak Libya İtalya’nın oluyor.

Osmanlının derdi bir değil ki… Sadece İngiltere de değil. İngiltere kendi gibi tüm Avrupa’yı sürüklüyor peşinden Osmanlı’nın kanını emmeye.

1912’de Arnavutluk da “bağımsız” oluyor ve ardından da iki tane Balkan Savaşı. Bu savaşlarda Edirne, geri alınıyor ama hakikat değişmiyor.

Ve 1913 bir “kırılma”.

1913’te Bab-ı Ali’ye bir baskın yapıyor “İttihat Terakki” … Bu kez “kurtarıcı” İttihatçılar oluyor. Ama kurtulacağına daha da batıyor, adeta bitkisel hayata giriyor Osmanlı. Nasıl oluyor, neden oluyor bir yana vampir İngiltere ile değil “yeni yetme vampir Almanya” ile “iş tutuyor” İttihatçılar.

Ve Birinci Dünya savaşı. 1914-1918.

Anadolu’nun “Mehmetleri” nasıl yiğitçe savaşıyor. Ama onca kahramanlık, zafer işe yaramıyor. Hele 1915 Çanakkale ve Kût'ül-Amâre'ye rağmen, başka zaferlere rağmen ittifaklarımızın yenilgisi, Osmanlı’nın da yenilgisi kabul ediliyor.

Burada bir düşüncemi yazmak zorundayım. İlginçtir, Osmanlı İngiltere’ye karşı Almanya ile birleştiyse de İngiltere, Osmanlı’dan hiç vazgeçmiyor. Savaş sırasında Osmanlı’da yaşayan İngilizlerin ekonomik güçlerinden midir bilinmez, Osmanlı topraklarındaki İngilizler “hiç vazgeçmiyor”. Hem Almanya hem İngiltere öyle çok çalışıyorlar ki, asırlardır komşu olan Osmanlılar, bir anda kanlı bıçaklı oluyor. Türklerle Rumlar, Ermeniler öylesine “düşman” oluyorlar ki, izleri bugün de silinemiyor. Fakat acıdır ne İngilizlerin vadettiği özgürlük yaşanıyor ne de iyi komşuluklara dönülebiliniyor bir daha!

Savaş bitiyor ve 30 Ekim 1918’de Mondros’ta “pes” ediyor Koca Dev. Ama artık “Koca” değil “Hasta Dev”. Savaşın sonunda “Almancılar” kaçıyor, ama içerideki İngilizciler yeniden devreye giriyor. İşgaller, el koymalar, yeni haritalar derken o Çanakkale’deki “zafer ruhu” kalkıyor ayağa. “Ya İstiklal ya Ölüm” diyor. Düyun-u Umumiye ile doğan, doğduğu toprağın savaşsız teslimiyle yüreği acıyan bir Osmanlı Generali “Harb-i İstiklalin” düğmesine basıyor.

İstiklal mücadelesi 9 Eylül 1922’ye kadar devam ediyor ve 1838’den beri “kurtulmak” için çabalar harcayan ama her defasında da “emperyalizmin bataklığına” saplanan Anadolu, yeniden bağımsız ve özgür oluyor.

Burada söylemem lazım ki, İstiklal Savaşı sırasında artık sadece “sembol” olan Osmanlı Devleti, İstiklal Savaşı’nı değil, İngiltere’yi tutuyor. Damat Feritler, Ali Kemaller, Sait Mollalar ve tek başına İngiliz Muhipler Cemiyeti, Anadolu’yu elden kaçırmamak için ne kadar namert yöntem varsa kullanıyor. İstiklal Savaşı ve kadrosu ile ilgili ölüm fetvaları, iç isyanlar, ajan faaliyetleri hiç durmuyor. Aslında zaten 1881’de Düyun-u Umumiye ile çökmüş olan devlet, 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren TBMM Ordusu tarafından reddediliyor. 29 Ekim 1923’te de yeni devlet Türkiye Cumhuriyeti olarak kayda giriyor.

Eğer lütfedip buraya kadar okuduysanız, tarih ve olaylar dışında durmadığımı görmüşsünüzdür.

Aslında başka olaylar da var ama ben bu sıralamayı tercih edip, siz de araştırma merakı yaratmayı amaçladım.

Osmanlı Devleti aslında yıkıldığında “Cumhuriyeti kuranlar” hayatta bile değildi. 1856’da İzmir’de küstahça konuşan İngiliz Sefiri, Mustafa Kemal Atatürk diye birinin doğup da, devlet kuracağını tahmin bile etmiyordu. Harbiye 1834’de kurulduğunda da Mustafa Kemal yoktu.

Ama bakıyorum da, nereyse Viyana kapılarından dönmemizin nedeni olarak bile Mustafa Kemal’i göstermeye çalışanlar var.

Emin olun 1838’den bu yana İngiliz ve İngiliz benzeri emperyalist çabalar hiç bitmedi.

Emin olun İstiklal Savaşı’nda İslam’ı da, Osmanlı’yı da, Anadolu’yu da, Anadolu’nun yerli halklarını da istismar eden İngiltere ve türevleri amaçlarından vazgeçmedi.

İstanbul işgal edildiğinde Fatih Sultan Mehmet Han’ın fetih hakkı olan Ayasofya’nın “camiye” dönüştürülmesini hazmedemeyen İngilizlerin tehditlerini, girişimlerini unuttuk.

Emin olun İstiklal savaşı olmasaydı ya da zafere yürünemeseydi Anadolu, Ayasofya yeniden “kilise” olacaktı. Unutmayın, İstanbul’a giren işgal komutanının bindiği at da beyazdı. Neden acaba?

Ama bir nokta daha var.

Evet, ne yazık ki tarihimizde “karanlık” sayfalar var. Bu karanlıklar yüzünden de sürekli birbirimize düşüyoruz. Bunda yine eski İngiliz siyaset merkezli İslami görünen hareketler, İngiliz destekli Vehhabîlik dayatmaları bulunuyor. Bunları konuşamayışımızın nedeni de halen faal olan “karanlık odaklardır.” Kadim İngiliz emperyalist rüzgârı öyle ya da böyle esiyor. Arabistanlı Lawrence unutuldu ne yazık ki. Osmanlı’yı sırtından vuran bazı Arapların, nasıl İngiliz kuklaları olduğunu hala anlayamadık. Bugün ister “katar” olsun ister “katmayan” ama tüm Arap devletlerinin önce Türkiye’den özür dilemeleri gereklidir. Kendilerini korumaya gelen dindaş Osmanlı askerlerini şehit etmelerini onlar hatırlamıyor olabilir ama tarih kayıtlarına çoktan geçirmiş.

Size eski yazılarımdan bazı linkler de vereceğim. Okumanızı ve düşüncenizi lütfetmenizi diliyorum. Anadolu yeterince acı yaşadı, birliği bozuldu, aklı karıştı. Buna izin vermemiz gerekiyor. Anadolumuz öylesine kutsal bir bölge ki, kendisine sevgiyle yaklaşanları yaşatır, haince basanları kahreder!

https://hasantahsink.blogspot.com/2020/03/izmirde-asirlik-milli-fukaralik.html

https://hasantahsink.blogspot.com/2019/10/siz-hic-arka-sirada-yasadiniz-mi.html

https://hasantahsink.blogspot.com/2019/09/eylulde-izmirde-izmirli-olmak.html

https://hasantahsink.blogspot.com/2017/10/bir-karis-fazla-simendifer-ya-da.html


Hasan Tahsin Kocabaş



7 Temmuz 2020 Salı

İzmirce Bir Haykırış Benimkisi


* İzmir için yüreğini adamış üstadlarıma saygıyla. Onlar hiç de az değil!

Hatırlatmak lazım, inanın hatırlatmak.
İzmir'de yaşıyoruz, "İzmirliyiz" ama nedense hep medeti İzmir dışında arıyoruz sanki.
Hem de yıllardır ve belki de asırlardır.
Ama artık "kemiğe dayandı" o "kahpe bıçak".
Görevlerimiz, makamlarımız, şan ve şöhretlerimizin önünde değil mi İzmir'e sadakatimiz ve borcumuz?
Bunun cesaretle ilgisi var mı?
Vardır belki.
Ama daha çok "aidiyet" ve bilgiyle, aşkla ve sadakatle ilgisi var.
Basmane'den Karşıyaka'ya, Kadifekale'den Gültepe'ye, Eşrefpaşa'dan Narlıdere'ye ortak sevgi duymamız lazım.
Çünkü inanın bana risk artıyor siz farketmeseniz de.
Algı da yaratılamıyor.
"Eskiden" böyle değildi.
Makam sahipleri rehavete girdiğinde, İzmir basınının muhabirleri sokaklarda yakalardı "nemelazımcıları".
Haber olurdu, tepki olurdu. Ve illa ki o rehavete düşmüş makamlar isteksiz de olsa harekete geçerdi.
Ama artık yok...
Siyasi ve sığ ayrımcılıklar "o AKP'li bu CHP'li" ayrımcılığı ne yazık ki İzmir'e kaybettiriyor.
İletişim yok, dayanışma yok.
Kibir ve riya çok!
Aslında o kadar çok "yürekli" ve "bilgili" insanı var ki İzmir'in...
Ama biz onları değil, sığ ve cahil siyasetin hastalığına tutulmuş, yüreksiz, ruhsuz çakma İzmirli güya aydınlardan medet umuyoruz.
Okumuyoruz...
Öğrenme isteğimiz kalmadı.
Sosyal medyada bir iki satırla alim, cellat oluyoruz. Kalp kırıyoruz ama farkında bile olmuyoruz.
Bugün bir vcd geçti elime.
İzlemekten çok hoşlandığım bir vcd.
2013 yılında Tahsin Isbilen dostumun yaptığı, Oktay Gökdemir hocamızın yaptırdığı bir vcd.
"Basmane'de Bir Gün" ismi.
Oturdum yeniden izledim.
Kâh gözlerim yaşardı, kâh heyecanlandım, kâh coştum.
İzlerken de fotoğraflar çıkardım.
Onlarca kıymetlimizden üçü var sadece.
Belki kırdığımız onlarca ama, burada üçü var işte.
Orhan Beşikçi , İlhan Pınar ve Sancar Maruflu...
2013 Basmane Günleri çerçevesinde yapılan duygu dolu bilgi dolu bir belgesel bu.
YouTube'de var mı bakmadım.
(Ama mesela bu belgeseli Sergenc Ineler kardeşimin de tüm Tarkem'cilerin de izlemesi lazım.)
İzmir'imin can aydını çok.
Onlardan sadece üçü var bu paylaşımda.
Ama söz size diğerlerini de ara ara yazacağım. Çünkü onlar "başka amaçlarla" hizmet etmediler İzmir'e. Onlar yazdılar, araştırdılar, konuştular. Ama hep de kırıldılar.
Dün Orhan Beşikçi ağabeyimle konuştum. "Artık çekilmek istiyorum" dedi.
Gece boyu kahroldum.
Oysa Orhan ağabeyin o "Basmane Günleri" yaparken, nasıl titizlendiğine şahidim.
"Başkaları" yapsaydı bu "etkinliği" emin olun "abad" olurdu. Ama o hep cebinden harcadı durdu.
İlhan Pınar, yazdığı onca kitap, makale, çeviri hep İzmir'in "bilinmeyenlerini" bildirmeye yönelikti. Şimdi İzmir'de oturmuyor biliyor musunuz?
Sancar Maruflu, ona "İzmir Baba" deniyor.
Ama evlatları babalarını hiç dinlemiyor, üzüyor, kırıyor. Sancar Baba'yı hastalıklar değil ama bu vurdumduymazlıklar kahrediyor.
Elimde bir liste var, yakında paylaşacağım o listeyi.
30 yıllık gazetecilik yaşamımda tanıdığım insan İzmirliler var o listede. Düşünen, yazan, araştıran ama asla kibir ve riya yapmayan derviş gibi insanlar.
Ama hepsinin ortak özelliği, hayatlarını verdikleri İzmir'e değil ama çakma İzmir ortamlarına kırgınlıkları.
Söyler misiniz bana, onlar yazmasaydı biz pek çok İzmir bilgisini nereden alacaktık, öğrenecektik?
Yazmak istediğim çok...
Çünkü yol uzun zaman kısa.
Ne siyaset umurumda ne de at gözlüğü takmış, menfaat uğruna siyaset yapıp, yazıp konuşanlar.
Yazacağım...
Çünkü "Hasan Tahsin Kocabaş" olarak adımla borcum var İzmir'e.

NOT: Devamı gelecek...

FOTOĞRAFLARDAKİLER:
İlhan Pınar, Orhan Beşikçi, Sancar Maruflu, Yaşar Ürük, Abdülkadir Hazman, Hasan Tahsin Kocabaş


















7 Temmuz 2020 İzmir
#hasantahsinkocabas
#İzmirBİZİZ


İÇİME SİNMİYOR, RAHAT DEĞİLİM!

  Bir ay sonra bugün “her şey bitmiş” olacak… Kim “Cumhurbaşkanı” kimler “milletvekili” öğreneceğiz. 14 Mayıs Pazar günü de umarım “demokr...