Bir ay sonra
bugün “her şey bitmiş” olacak… Kim “Cumhurbaşkanı” kimler “milletvekili”
öğreneceğiz.
14 Mayıs Pazar
günü de umarım “demokrasi şenliğine” katılacağız sandık başlarında. Öyle
diyorlar ya bazı “tuzu kuru” aydınlar?
Ne de olsa
asırlardır belki de, ama illa ki 1946’dan bu yana “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı”
dediğin doğar, büyür, askerlik yapar, vergi verir, çoluk çocuk sahibi olur,
belirlenen sürelerde “oy kullanır”, hesap soramaz, merak edemez, seçtiği
kişilere saygı duymak, karşısında hep onları övmek, varlıklarından duacı olmak,
şikâyet etmemek, sıkıntısını gizlemek zorundadır. Kendi “seçer” ama
“seçtiğinden” saygı beklemek hakkı yoktur. Hayat boyu ödediği vergilerin
karşılığını alamasa da almış gibi yapmak, şükretmek zorundadır.
Daha yazayım
mı?
Fukaralığı,
gurabalığı, çok kalabalık olduğu halde her vatandaşın bire bir yapayalnız
olduğunu da yazabilirim.
2002’den beri “iktidar”
olan, gelenekler oluşturan, kendinden başka doğru ve yararlı görmeyen, yaptığı
kadim yanlışlardan bile “ne yapayım kandırıldım” diye sıyrılabilen, sabah ayrı
akşam ayrı söylemler geliştirip, işine gelmeyeni inkâr eden, eleştiren herkesi
“terörist” ya da “dış güçlerin maşası” gören, anlaşılmaz bir tarih ve demokrasi
yöntemi uyduran ve uydurduğuna inanan, inandıran bir siyasal, sosyal ve
ekonomik “anlayış” Adalet ve Kalkınma Partisi…
Girdiği tüm
seçimlerden “iktidar” çıktı.
Ama artık
muhalefete çekilmeli…
Çünkü
“başladığı” gibi götüremedi sürecini. 2002’den 2007’ye, 2007’den 2012’ye
2012’den 2016’ya ve 2016’den bugüne her dönem aslında o ilk çıkışındaki
haykırışını adeta yalanladı. Bugün kabul etmeseler de eğitimden sağlığa,
dış politikadan kültüre, ekonomiden imar iskana ve hatta deprem sorununda bile tamamen
sonuçları yanlış uygulamalar ve politikalar yaşattılar.
Tabii iktidara
geldikleri günden 15 Temmuz 2016’ya kadar “yağan yağmurda beraber
ıslandıkları”, istedikleri her şeyi sorgusuz verdikleri, yeri geldiğinde
salya sümük “ne olur gel” diye ağladıkları “şahsın” ve örgütünün
Türkiye Cumhuriyeti kimliğine verdikleri zarar ve ziyanlar elbette yarınlarda
özgür tarihçiler tarafından mutlaka mercek altına alınacak. Lakin 2002 ile
2016 arası yaşananların perde arkaları, evrensel emperyalizmle iş birlikleri
bugün hala yansımalarını yaşadığımız ayrıntıları oluşturuyor.
Uzatmayayım… 14
Mayıs seçiminin tarihsel önemine değineceğim ama, önce şu soruları kayda geçirmek
istiyorum.
Bu “fetöcüler”
kimler?
Yani tamam, bir
tane kendisine “hoca efendi” dedirten şahıs vardı, okulları, hastaneleri,
matbaaları, dernekleri, medyası da vardı. Zira “ne istedilerse” almışlardı.
Peki özellikleri neler yani? Kurdukları “teşkilat” nasıl bir şey? O kadar çok
kitap yazıldı ve program yapıldı ki, ben sadece öğrendiklerimi, yaşadıklarımı,
tanık olduklarımı düşünüp yazıyorum. Bu “F Tipi Teşkilat” gerçekten İslami
bir yapı mıydı yoksa “elbise” oydu da “içindeki” başka mıydı? Bunu neden
sordum, çünkü bana göre bu teşkilat biraz “masonik” ve ritüelleri olan orta çağ
dinsel örgütlerini andırıyordu hep bana. Hani biraz “besmele çeken Rodos
Şövalyeleri” gibi yani!
Ama hepsi “okumuş”
çocuklardı, bilen ve araştıran çocuklardı değil mi? Ne diyordu liderleri?
“altın nesil” değil mi? Peki 2002 ile 2016 arasında özellikle bunlarla
iletişimde olan “herkes” bunlardan mıydı? Yani onca isim geliyor da aklıma,
çoğu “akşamcı” ve “solcu” söylemlere sahipti. “Yetmez ama evetçi” eski marjinallerin
içinde bunlarla “demokrasi fotoğrafı” çektiren yok muydu? Ya da Amerika’da
Avrupa’da “eğitim” alıp, doktora falan yapıp, ideal demokrasiyi amaç edinip,
Anadolu halk tarihine sahip çıkıp bunlarla düşüp kalkanlar, gazetelerinde köşe
yazanlar yok muydu?
Ya da İzmir’de
bunların iftar yemeklerine katılıp sonra da her 9 Eylül’de “Yaşa Mustafa Kemal
Paşa Yaşa” diye bağıranlar yok muydu? Fetöcü olmadığı, “abilere” biat etmediği
halde, “hocafendiden hatıra tesbih” isteyenler yok muydu İzmir’de?
Vardı tabii.
İş adamları,
siyasetçiler, bürokratlar, akademisyenler, gazeteciler o kadar çoktu ki?
Bunların bir kısmının “F tipiyle” görüş birliktelikleri yoktu ama terfi etmek,
daha çok kazanmak, iş almak, yeniden seçilmek ya da bazı bürokratik konularda
kolay “olur” edinmek için sessiz kaldılar, ziyaretlerde bulundular,
söyleştiler. Ama 2002 ile 2016 arası bunlarla arası kötü olanın iktidarla da
arası kötüydü, kötü olurdu. İşin zaten sırrı da burada galiba.
O süreçte
örneğin Cumhuriyet’in kurucu kadrosuna, Atatürk devrim ve söylemlerine
saldıranların sığınacağı limandı “F Tipi”. Hatırlayın,
iktidar alışkın olduğumuz ulusal bayramların kutlama biçimlerini yok ettiğinde,
buna en fazla kimler alkış tutmuştu? O süreçte dolaylı da olsa Atatürk’ün bir “faşist
diktatör” olduğunu, millete “asker muamelesi” yaptığını, milli bayramların
hiç de “çağdaş” olmadığını yazan ve söyleyenler sadece “F Tipi” mensupları
mıydı? Hayır. Hatta “örgüt mensupları” bu kendilerine sığınanlar kadar sert ifadelerde
bulunmadı. Perde gerisinden teşvik etti, destekledi ve hepsini “maşa” gibi
kullandı! Bugün “eski yazılarında” Atatürk’e ve devrimlerine “ırkçı” damgası
yapıştıran bazı şahısların, düşüncelerini sadece “demokrasi özleminden” söylediklerine
mi inanıyorsunuz? Peki dün Atatürk’e “ırkçı” diyebilecek kadar “İngilizleşenlerin”,
bugün bu düşüncelerinde nerede durduklarını sorgulamayacak mıyız?
“Arabistanlı Lawrence” adını duymuşunuzdur mutlaka. Merak edip araştıranlar da vardır.
Arabistan’ın Osmanlı’yı sırtından vurmasını organize eden İngiliz ajanı.
İngiliz olduğu halde bir Arap gibi yaşayabilen bir ajan. Lawrence yöntemi
İngilizler tarafından geliştirilip tüm güçlü istihbarat örgütlerince uzun
soluklu kullanılan bir yöntem. Arap olmadığı halde Arap gibi, Türk olmadığı
halde Türk gibi, Kürt, Rum, Ermeni olmadığı halde onlar gibi davranan İngiliz,
Amerikalı, Fransız, İtalyan, Alman, İsrailli, Rus, İranlı çok ajan vardır
Tarihte hatta bugün de.
Ya da Mütareke
sürecinde İstanbul’da kur(dur)ulan “İngiliz Muhipler”, “Kürt Teali”
cemiyetlerinin yöntemleri. İnanın bana görünüşte “Sivil Toplum Kuruluşu” veya
“vakfı” gibi görünüp, insani amaçlı görüntüyle de her türlü bölücülük, nifak ve
kaos çıkarmaya çalışan örgüt var ki dünyada. Dış vakıf veya kuruluşlar sanki
hep insani destek mi olur bazı insanlara? Bugün düşünüyorum da dış
örgütlenmelerden maddi -destek alan acaba kaç gazeteci veya akademisyen var
ülkemizde?
Türkiye
tarihine bir “gizemli” süreç daha eklendi. 2002 – 2016 diyorum ama galiba bu
süreci 1990 – 2016 diye de uzatmamız gerekebilir. O 90’lı yılların nasıl
kasvetli ve karanlık olduğunu unutmamamız şart.
Tabii adına
“akiller” denen garip ötesi kişilerin zamanlarını, Mit ve Oslo olaylarını,
dersanelerin kapatılması, 17 -25 Aralık süreçlerini de çok iyi analiz etmek
gerekir. Yoksa “gizem” asla açığa çıkmayacak. 1990 – 2002 ve 2002 – 2016 süreçleri
objektif tahlile ve araştırmaya muhtaç bence. Tıpkı 1918 – 1950 arası gibi.
Şimdi gelelim
14 Mayıs seçimine. Aslında belirlendiği günden beri tarihe kafayı fena taktım.
Neden 14 Mayıs? Yani 7 Mayıs, ya da 21 Mayıs değil de 14 Mayıs? Bugünün 14
Mayıs 1950 ile bir ilişkisi gerçekten var mı? Bu ilişki gerçekten söylendiği
gibi mi yoksa asla söylenmeyen ayrıntılara sahip mi?
Bir kere şahsen
asla “yeter söz milletin” söylemine katılmıyorum. 1950’nin 14 Mayıs’ı da
aynı slogana bağlandı ama “söz” hiçbir zaman “millete” ait olmadı. O yüzden
“yemiyorum”! Peki nedir aslı? 13 Mayıs 1950’de Türkiye’de ne vardı? “Tek parti
yönetim mi”? Hayır. Çünkü 1946’da Demokrat Parti öyle ya da böyle TBMM’deydi. 21
Temmuz 1946’de yapılan genel seçimlerde CHP 397, DP 61 ve Bağımsızlar 7
Milletvekilliği kazanmıştı. Yani “çok partili” sistem zaten vardı. Peki neydi
işini aslı gerçekten? Konu çok uzun da ben kısaca şöyle yazayım. Bu sloganın da
1950’nin de altında dev bir ABD baskısı vardı. Lozan’da İsmet Paşa’ya finalde
diklenen İngiliz’in söyledikleri vardı. Çünkü bugünleri her şeyiyle anlamamızın
sırları 1950 şartlarında gizli. Celal Bayar’ın seçim meydanlarında “küçük
Amerika olacağız” diye bağırmasının ardında da “evrensel emperyalizmin
yeni tezgâhları” vardı. Rahmetli Menderes’in “tezgâhı” fark edip değişmeye
çalışması ne üzücüdür ki hayatına mal oldu. Ama hep düşünürüm, okuduklarım da
beni tatmin etmedi. Neden sadece Menderes ve iki bakan? Oysa darbeye bile
direnmemişlerdi. Oysa Celal Bayar ki İstiklal Harbi’nin İttihatçı kökenli “Galip
Hocası” idi, Çankaya Köşkü’nde direnmeye çalışmıştı. Mahkemelerde Adnan Bey
kadar nazik de değildi. 27 Mayıs da ardından gelen darbe ve muhtıralar da bizim
için hala muamma… Belki de gerçek organizatörler, anlamamızı da istemiyor.
Evet İçime
sinmiyor…
Çünkü iletişim
yok, sorgulama ve eleştiri yasak ama milletin oy vermesi isteniyor. Emin olun
ki, eleştiren bir iş adamı ya da bir dernek veya oda başkanı olsa derhal aranır
ve nedamet dilenir. Lakin bir vatandaş hele de 30 küsur yıllık bir gazeteci
konuştuğunda “canına okunmak” için her aşağılık yöntem devreye sokulur.
NOT:
Artık bir süre bloğumda yazacağım. Okursanız gerçekten sevinirim. Artık kendi
başıma “yalnız gazetecilik” yapacağım. Kimsenin değirmenine su taşıyamam bu
yaştan sonra. Hele de kendini akıllı sananların peşinde dolanacak değilim.