"Özür diliyorum, uzun yazı oldu. Ama sabırla lütfedin okuyun!"
Bu satırları kimler okur, kimler dikkate ve ciddiye alır bilemem artık.
Zira 56 yaşında, 35 yıllık üstelik en yakın bildiği dost ve kardeşleri tarafından terk edilmiş, unutulmuş, yıpratılmış, yalan ve iftirayla neredeyse yaşamdan itilmiş bir İzmirli Gazeteci olarak yazdım…
Oysa geçen yılın son günlerinden itibaren, benim yaşadıklarımın sadece bana özel olmadığını bilenlerin dahi, sadece dünya menfaati için kalp kırmaları artık beni de “başka denizlere” itmeye başladı.
Oysa, 2024 Mart ayında ve sonrasında olanların adeta bir “maskeli baloya” döndüğünü, Türkiye üzerine korkunç sonuçları tarihte de yaşanmış bir bildik oyunun yeniden sahneye konulduğunu anlamayan yok gibi, lakin körüklenen menfaat ve tüketim hırslarının, toplumda “içinde adam olmayan elbiseleri” çoğalttığı apaçık bir gerçek.
Neyse, herkes bildiği gibi yürüsün bu kısacık yaşam yolunda… Herkesin yolu kendine haksa, benim yürüdüğüm yol da bana hak…
Bu yazı bir yerde “muhalefetçilik” oynayarak, ülkeyi AK Parti yönetimine terk edenlerin hazin durumunu anlatacak ama, biliyorum ki okuyanların bir kısmı, şahsi ikballerini, ülkenin ikbalinin önünde gördüklerinden, yazıyı yazanı bir kez daha linç edecekler. Çünkü Türkiye, 14 Mayıs 2023’ten itibaren, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir kibir ve riyakarlık sürecine girdi.
Objektif ve dürüst namuslu tarihçiler, belki 50 yıl sonra belgelere, anılara, arşive bakarak bu dönemleri analiz ve teşhir edeceklerdir ama, iktidar ve muhalefet cephelerinde, bu karanlıkları yaratanlar muhtemeldir, toprak olacakları için, acaba geleceğe “ders” olacak mı inanın bilmiyorum. Zira bugünlerin yaşanmasında, geçmişten bile isteye ders çıkarılmaması net olan gerçek!
Ben 14 Mayıs 2023 seçimlerini bir “kırılma” görsem de Türkiye üzerine oynanan oyunların başlangıcı da ta önce 1946’ya ardından 14 Mayıs 1950’ye ve son darbe 12 Eylül 1980’ne kadar iner. Çünkü “şeytan” Türkiye için böyle “hükmetti”! Sadece “Köy Enstitülerinin” CHP eliyle yok edilmesi bile bugünlere mesajdır!
“Her mahallede bir milyoner” ya da “Küçük Amerika” sevdasıyla, derinliği, mefkûresi olmayan bir yola sokuldu Türkiye 1946’da…
Dünya büyük savaştan çıkmış, yol ve yöntemler, usul ve erkânlar yıkılmış, ideolojiler yetersiz kalmıştı. Almanya’nın neden olduğu karanlık faşizm yılları nasıl bela olmuştu? Hitler’i “tek başına” iktidara taşıyan süreçte, Almanya’daki “muhalefetin” beceriksizlikleri, öngörüsüzlükleri, 1945 sonrası “yeni düzene” asla “ders” olmamış, tam tersine “yeni efendilerin”, içinde aslında “halk” olmayan, halkı tribünlere “seyirci” olarak iten, “demokrasi” kavramının da içini boşaltıp “demokrasi” görünümlü “yeni emperyalizm” inşa eden bir süreç başlamıştı. Artık “milli değerler” veya “tarihteki milli şanlar” hatırlanmayacak, hatırlananlarda ise fikri temel olmayacaktı.
İkinci Dünya Harbi’nin “beyni” İngiltere ve “bileği” ABD, öyle bir oyun kurdular ki, artık “Ortadoğu” bile şuursuz ve “millet” olamayacak toplulukların sürekli birbirlerinin kanını akıttıkları yer olacaktı. Zira İngiltere, bölgenin tüm genetik kodlarını almıştı. Arapları, yetiştirdiği ajanlara oyun sahası yapmıştı. Kukla idarecilerle “yeni düzen” oluşacak, halklar asla millet olmayacak, din bezirgânlarıyla da “refah” ve “mutluluk” sadece cennete havale edilecekti.
İngiltere ve ABD asla anlaşılamadı dünyada.
Oysa bu iki emperyal gücün tek isteği, kendi çıkarlarıydı. Dünya onlara bağlı olacak, onlar beslenecek, refah içinde yaşayacaklardı. Dünya halklarının, kültürlerinin ve tarihsek geçmişin önemi yoktu bu iki şeytani güç için. Hatta unutulmamalıdır ki, İsrail’in resmen kurulduğu ve tanındığı yıl da 1945 sonrasıdır. Son semavi din İslamiyet de dünyanın yeni güçlerinin, kendilerine göre tasarlamalarına bırakıldı. İslami bilim geçmişi tamamen unutturulmuş, Müslüman halklar cehaletin kollarına bırakılmıştı. Çünkü İslamiyet hem İngiltere hem ABD hem de Siyonizm’in önündeki en güçlü potansiyel güçtü.
Bugünün “yeni dünyasında” İslamiyet’in terör, şiddet ve cahiliye ile anılması ve taraftar bulmasının nedeni 1945 sonrasıdır ama, bunu konuşulacak çevreler de o üç emperyal gücün tehdidine girmişti. Fakat din yine de halklar üzerinde etkindi, yıkılamıyordu. O halde bir “yeşil” düzen getirilmeli, anlaşılmaz bir içerik yüklenmeli mutlaka İslamiyet’te olmayan bir “ruhban ajan sınıf” oluşturulmalıydı. Oluşturuldu da… Çünkü elde muhteşem bir “Lawrence” deneyimi vardı.
YA TÜRKİYE?
1946 ile 2023 arası öyle olaylar yaşandı ve unutuldu ki. Yeni dünya düzeninin ilk “mutluluk şartı” dünü unut, güne bak oldu. Öyle bir unutkanlık hastalığı zerk edildi ki Türkiye’ye, Anadolu’nun en temel insani değerleri bir anda ucuz Pazar ürünlerine döndü. Bugün İstanbul ekranlarında izlenen güya “dedektiflik” programlarındaki aile dehşetlerinin ne ilgisi olabilir Anadolu halkının hasletleriyle?
Ama oldu.
Bir zamanlar çocuklara öğretilen “gitsek de görmesek de o köy bizim köyümüz” şarkısı anlamını yitirdi. “O köyler de” unutulmuş, göçe zorlanmış ve iyice “arabeskleştirilmişti”. Cumhuriyetin banisi Atatürk’ün o muhteşem “toprak devrimi de” zaten başarılmamış, Anadolu insanı zamanla cehalete, yeni feodal baskılara, din bezirgânlarının insafına terk edilmişti. Artık bilgi gereksinimi duyulmuyor, varsa yoksa “kısa yoldan köşe dönme” küçücük çocukların bile yaşam hedefi oluyordu.
Şimdi ön yargıları bir yana bırakalım ve düşünelim.
Türkiye’de 1950’den bu yana “halk” ne zaman kazandı? Hangi dönem emekliler refah içinde, gençler umutlu, kadınlar özgür ve korkusuz yaşadı? Ya da bu söylediklerimi “yaşayanlar” bir avuç değil miydi?
İnanılmaz ama şu anda Türkiye’de hem iktidar güçleri hem de muhalefet kesimleri baştan ayağı “12 Eylül faşizminin” nimetleriyle siyaset yapıyor. “Tek adamlık” sadece iktidarda mı gerçekten? Hemşericilik, mezhepçilik, adam kayırma sadece “muktedir” olanlarda mı? Son yerel seçimlerde CHP, hemşericilik, mezhepçilik ve nepotizm ile halka zulmetmedi mi, halkı istismar etmedi mi?
Herhangi bir köyde ya da büyükşehirin kenar mahallelerinde yaşayan bir genç, bilgili, donanımlı, meraklı olsa da “muktedir” olma yüzdesi kaçtır? Aynı kentin bir kenar mahalle okulu ile bir merkez mahalle okulunun şartları aynı mıdır? Sokaklarının gece aydınlatması bile aynı değildir ama konuşulmaz.
Peki “halka inmek” sözü ne zaman girdi bizim sözlüğe? 1950 sonrası değil mi? Aslında çıkış nedeni biraz da komiktir. Bir kahvede propaganda yapacak politikacı adayı, dinleyen herkesi görebilmek ve sesini duyurabilmek için bir masaya ya da sandalyeye çıkarmış. Ses düzenleri de olmadığı için, bağıra çağıra propaganda yaparmış. Halk da yani “seçmenler de” oturdukları için, politikacı adayı yüksekte, kendileri aşağıda olurmuş. İşte bu yüzden bazı “halkçı” geçinen politikacılar bu olayı “ben halka indim” diyerek kendine algı çıkarırmış.
Önce “küçük Amerika” sonra da “demokrasiyi rayına oturtmak” için seçim ve darbe yaşayan Türkiye’de, arada “göreceli güzel şeyler” yaşansa da halkın seyirciliği, muktedirlerin de “egemenliği” kökleşmiş de kökleşmiş. Öyle zamanlar yaşanmış ki ibretlik, aynı halk bir gün önce alkışlarla seçtiğine, bir gün sonra küfredecek tuhaflığa erişmiş. 12 Eylül faşist ve emperyalist darbesi öyle bir inmiş ki beyinlere, hafızalara, artık varsa yoksa “hisse senetlerindeki yükselme ve düşme” konu olmuş. 1982 anayasasını çoğunlukla kabul eden halk, yıllar sonra anayasayı hazırlayan cuntaya “beddua” etmiş ağız dolusu.
Ama yetmezmiş emperyal güçlere ki onların 1922’de kapatmadıkları hesap, 1923’te Lozan’da ettikleri tehdit varmış ortada hala.
Dedim ya arada “güzel şeyler de” olmamış değil. Ama bu “güzel şeyleri” yaşatanlar öyle bedeller ödemiş ki… Araçlarına bomba konmuş, önlerine dar ağaçları kurulmuş, zindanlara atılmış, işkencelerden geçmiş, peşlerine ajanlar takılmış, gazozlarına haplar atılmış… Din değiştirilip anlaşılmaz bir hale sokulmuş, tarih ve kültürün aracı kitap değil, tencere kapağı ile çorba kepçesi olmuş.
Eğitim gitmiş “öğretim” gelmiş, “milli” bitmiş “anlaşılmaz dini” başlamış. Emperyal muktedirler bir de “sosyal medya” icat etmiş ki, baba evlada, kız anaya, kardeş kardeşe, dost dosta “klavye savaşı” açmış. “Selam hakkı” ile “kahve hatırı” yerini “sosyal medya yandaşlığına” bırakmış. İnsanın düşünme farkı yapay zekaya havale edilmiş. Namus ve ahlak savunulurken sözde, özde her türlü yalan, talan, ahlaksızlık, kibir ve riya sarmış alemi cihanı. Milyonlar için “demokrasiyi” düşünmeyenler, “kendilerinden biri” faka bastığında “yahu demokrasi diye bir şey vardı, nerede o” demeye başlamış. En çok “demokrasi” diyene de “muhalif” adı verilmiş. Bir ekmeğin fiyatını bilmeyenler “unlu mamuller dükkanında”, pazarın yolunu bilmeyenlerse, marketlerde “fiyat analizi” yapar olmuş.
Türkiye öyle bir içine döndürülmüş ki, medyada hep “kişiler” haber olup, haber yapılacak halk, seyirci edilip “haydi bize düşüncelerinizi yazın” havasına sokulmuş.
14 Mayıs 2023’te “muhalefet” büyük çaba gösterip “iktidarı” mega iktidar yaptığının hala farkında değil. Kendilerinin “masa” benimse “6’lı zigon sehpa” dediğim komedinin, seçim sonrası düştüğü “trajedi” bile unutuldu.
2025’teyiz… İktidarın halkı başka muhalefetin halkı başka. Bir de benim gibi kaç kişi olmadığımız “bağlantısızlar” var. “Taraf olmayan bertaraf olur” kelamını hiç üzerime almıyorum. Zira iktidar da muhalefet de beni ve benim gibileri “kendilerinden” saymıyor.
GELELİM İZMİR’E
Aslında İzmir “bildiğimiz” gibi…
“Bireysel muktedirliklerin” muhteşem kenti. Tepelerin, kıyının zulmünden kurtulamadığı şehir. O tepeler ki, işgalin acısını yaşadığı halde, kurtuluş sevincini uzun süre yaşayamamış. Kurtuluşa sadakatini, mahalle çeşmelerinde anıtlaştırdığı halde, kıyı, öyle etmiş böyle etmiş yine tepeleri atmış yeni oyunundan, çeşmelerini tarumar etmiş. Kıyının eski sahipleri kovulunca gelenler, gidenleri aratmamış. Tepeden görülen o tarihi yağmadan sebeplenenler, kovulanların yerine gelen, getirilen yeni muktedirler olmuş. Ve tabii yeniden yazılmış işgal ve kurtuluş. Ama bu kez kurtuluşta tepeler yokmuş, kıyının olmayan kahramanlığı uydurulmuş.
İzmir’de tarihi yazan tepeler ama imzalayan kıyılar olmuş düzeltmelerden sonra. Kıyı, tepelerin bildiği zalimlere “kahraman” demiş, hainlere “vatansever” …
Zamanla kıyı, “potansiyel tehdit” gördüğü “tepeleri” başkalaştırmayı koymuş kafasına. Başarmış da öyle bir başkalaşmış ki Basmane’den yukarı doğru “tepeler”, kıyı rahat etmiş. Nasılsa “tepe” asla “kıyı” olamazmış… “Çalsın sazlar oynasın kızlar” misali.
Öyle ya İzmir’in, İzmirlinin bilgisi dışındaki ünü “İzmir’in denizi kız kızı deniz kokar” sözünde bile “kıyı” vardır dikkat edin “tepeler” değil!
Aslında İzmir’in “kimliğiyle imtihanı” 1990’ların sonuna doğru başladı. Gazeteler, gazeteyken, yayınlanan bazı yazılarda İzmir’i “ikinci Barselona” yapmak ne kadar da çok savunuluyordu. Ama yazanlar haklıydı zira efendilerinden “tepeleri” düşman “tarihi” hatırlanmaz öğrenmişlerdi. 1922’de kovulanlar, yarım kalmış hesabı kapatmak için türlü kılıklarda yeniden İzmir’i yurt etmişlerdi kendilerine. Bu kez şansları çoktu, çünkü “tepeler” artık “muktedir” değil kıyının “marabasıydı”!
2000 Milenyum ile geldi. Oysa “milenyum” tam bir “şehir katliamının” başlangıcıydı. Kıyı bu kez “baronluk” yöntemini buldu. Ticaretten, siyasetten, hocacılıktan, locacılıktan, medyadan, müteahhitlerden, şairlerden irili ufaklı “baronlar” İzmir’e hükmetmeye başladı. İşte bugünün iktidarının “çözemediği” buydu. Kendinden olanlar dahi, zamanla maddi güçleri ve etkileri oranında “baron” olabilmişlerdi.
Bakın talihe ki ekranların da o zamanlar en çok izlenen dizisi “Kurtlar Vadisi” idi. Görünenin, göründüğü gibi olmadığı zamanlar başlamıştı.
İzmir bugün iktidarın “alamam” muhalefetinse “nasılsa alırım” dediği bir şehir.
Onun içindir ki, İzmir’in “seçilenlerinde” şehir kimliği, ahlak, bilgi, donanım, demokratik algı, merhamet, hoşgörü ve öngörü sıfır düzeyindedir. İzmir’de bugün her gece “bir alim bir cahile boğdurulur da” kimseler duymaz.
Ben eminim, siz de sadece düşünün İstanbul’ ile İzmir “aynı” değildir. 2024 Mart ayı seçimleri sonucu oluşan irade asla göründüğü gibi değildir. Üstelik muhalefetin görüntüsü, iktidarın “haşarı öğrencisi” olmaktan öte değildir.
Muhalefetin şansı gibi görünen, kendi geçmişinin bilinmediğini sanmasıdır ki, zaman içinde patlayacak bazı gerçeklerle bu da değişebilir. İktidarın yönetmede kullandığı enstrümanların eskilerini, kendi içinde kullanan muhalefetin, halka yarar getireceğini sanan sadece yandaşlarıdır.
İktidar ve yandaşları ile muhalefet ve yandaşlarının gladyatör dövüşüdür izlediğimiz. Bizler de dövüş aralarından “emekli maaşı zammı” ya da “asgari ücret zammı” bekleyen “Romalılar” gibiyiz. Aksi olsaydı, bugün İzmir’den vekil seçilenler ve belediye başkanı olanlar mevcutlar olabilir miydi? Hepsi de “İzmir içinde olup İzmir’i bilmeyenler” değil midir?
Şu soruma cevap verecek kimse çıkar mı bilemem, mevcut belediye başkanları da bir öncekiler gibi CHP’li değil mi? Peki “mali gerçekleri” nasıl olmuş da öğrenmeden seçilmişler? Peki bugünün peki çok belediye başkanının demokrasiden nasibini alamamış, yüzer gezer yaşayan ve bugüne dek bir ekmeğin bile mücadelesini yapmamış olmaları ilginç değil mi? İstanbul ciddi bir savaş verirken, mücadeleden kaçanların İzmir’de mevki makam bulmaları da tuhaf değil mi? Ya da en önemli tuhaflık, başta büyükşehir belediye başkanı neden bu kadar diyalogdan, iletişimden kaçar? Neden bugünün muhalefeti de kendi hâkimiyetlerinde “muhalefetten” ve eleştiriden nefret eder?
İnanın yazacak, hatırlatacak ayrıntı çok.
Ama sanıyorum ki ben de artık bir “sona” geldim. Bugün dostsuz, arkadaşsız bir hayat nasıldır, onu çözmeye çalışıyorum. Ama tabii ki üzülüyorum. Meslek hayatım boyunca İzmir’de hep uyarıda bulundum, yazdım ve konuştum. Lakin “İstanbullu” olmayınca, “öz şehrimde garip kalmayı” yaşadım.
Ne diyeyim ki, galiba artık İzmir’e “nokta” koyacağım… Ama siz dikkat edin, kimsenin benim düştürüldüğüm duruma düşmesini, benim yaşadıklarımı yaşamasını istemem. Zira “insanım” ve hala “insanım”!