Ne
demektir bu sözün anlamı?
Gerçek
olan “gerçeğin” peşine düşelim mi yine?
Burada
defalarca dikkat çekmeye çalıştım, karşılığında ciddi
eleştiriler de aldım, “Hep
kendini yazıyorsun, umutsuzluk aşılıyorsun”
dediler.
Oysa
eleştirenlerin unuttuğu, burada tabii ki kendimi yazacağım.
Burası
gazete değil ki.
Benim
alanım.
Bu
yüzden de yüreğimi açar, hafızamı hareketlendirir ve dünle
bugün arasında bildiklerimle köprü kurmaya çalışırım.
Köprüyü
geçmek isteyenler de istemeyenler de sağ olsun.
Gelelim
“arka sıradakilere”...
“Arka
Sıradakiler” derken hedeflenen sanırım İzmir'in, on yıllardır
sarılmayan yarası.
Adı
konmamış bir kötü ayrıştırma,
sanki İzmir iki parça da, bir parça diğerini ciddi
“ötekileştiriyor”.
Öyle
mi peki?
Evet
öyle...
Bu
satırların yazarı 1968'de Çimentepe'de doğdu, ilkokul üçüncü
sınıfta Kireçlikaya'ya taşındı. İlk, orta ve liseyi
Kireçlikaya'da otururken okudu bitirdi. İlk üniversite deneyimini
de Kireçlikaya'da yaşadı. Ankara'ya gittiğinde de, İstanbul'da
çalışırken de Kireçlikaya'daydı.
Kireçlikaya
nerededir bilir misiniz?
Bugün
büyük bölümü artık antik tiyatro alanı için yıkılmış,
İzmir'i “yukarıdan” seyreden muhteşem bir yerdi. Yokuş
aşağıydı. Yokuşun bir yanı sıra sıra “Kolonyacılar” diye
bilinen evlerdi. Üzerinde Kadifekale, altında Basmahane, batısında
Eşrefpaşa, doğusunda Ballıkuyu ve Yeşildere.
Yokuşlar
dedim ya?
İşte
o yokuştan okula gitmek için inerdim her gün ve tabii çıkardım
da.
İlkokulum
Topaltı, orta ve lisem de Şehit Fethibey'di.
Kireçlikaya
“zengin” değildi. “Ön'de” değildi yani “arkadaydı”!
Oturduğumuz
tek katlı evin, eski Türkçe tapusunda 1903'te yapıldığını
okumuştum. Diğer evler de genellikle o civar tarihteydi ama yıkılıp yeniden yapılanlar, onarım adına değiştirilenler,
“apartman furyasında” dikilen dört beş katlılar vardı ben
büyürken.
Kimseyi
eleştirmek için yazmıyorum. Bugün herkesin diline doladığı
“arka sıradakilerden” biriydim yani. Babam deri işçisiydi.
Annem “ev kadını”. Kimseye muhtaç değildik ama, zenginliğin
ne menem bir şey olduğunu da ilk, siyah beyaz ekrandan gördük.
Sonra,
bayramlarda bizden daha zengin akrabaları ziyaretlerde, mesela
çocukların ayrı odaları olduğunu öğrendim.
Biliyor
musunuz “arka sıradakilerin” hiç odaları olmadı.
Hatta
ben dahil pek çok “arka sıradaki”, geceleri yer yatağında
uyurduk, yer sofrasında yemek yerdik. Masa ancak misafir gelince
oturulan bir yerdi.
Hatta
büyüdüğüm evde, gündüzleri oturma odası olan kısım,
geceleri ben ve kardeşime yatak odası oluyordu.
Sonra
büyüdük işte.
Bu
“oda” mevzuu depreşti içimde. Kitaplığımın olduğu,
kapısını kapayınca türlü düşler kuracağım bir oda istedim.
Orada kitap okuyacak, yazı yazacak, ders yapacak, bilgi ve düşünce
alemimi zenginleştirecektim.
Ama
nerede “oda sahibi” olmak?
Ev
küçücük, hep topu iki odası bir de koridoru var. Mutfak da
bahçede zaten. Rahmetli babam mutfağın üzerine bir oda yaptırmak
istedi bizim için. İşte
“belediye” ile tanışmam o zamandı.
Ben belediyeyi her gün çöpleri alan bir kurum olarak bildim.
Çocukluğumda
belediye başkanını sadece 9 Eylül'lerde gördüm uzaktan. Çünkü
okulda “yavru kurttum” ve her 9 Eylül'de “Vali ve başkanın”
önünden 'rap rap' yürürdük. O zamanlar belediye başkanları
yanımıza gelmezdi.
İki
dayım belediyede çalıştığı için kulağıma sürekli
“belediye” geliyordu ama bu “belediye” nerededir, necidir,
neler yapar, çocukları sever mi hiç öğrenemedim.
Ama
en başında belediyeyi hiç sevmemiştim. Çünkü bu “belediye”
benim “oda” isteğimi ret etmişti. Aslında doğru etmişti.
Zira mutfağın damı yeni odayı taşımazdı. Babam da kaçak
işleri hiç sevmezdi.
Olmadı.
Annem hemen zekasını çalıştırdı. Koridorun en uç bölümünü
perdeyle kapattı. Rahmetli marangoz eniştem bir kitaplık yaptı.
Bir koltuk koyduk.
Uyumuyordum
ama çalışıyordum.
Kapı
yerine perdeyi çekiyordum.
Artık
öyle ya da böyle bir “odam” olmuştu. Ankara'ya gidinceye kadar
da hiç çıkmadım neredeyse “perde kapılı odamdan”.
“Arka
sıradaki” pek çok arkadaşımın odası olmadı.
Ama
sokak arkadaşlıklarımız zirvedeydi. Kovboy da olduk, hırsız
polis de, futbol da oynadık voleybol da, kendimizce tiyatro da
kurduk mahalle savaşları da yaptık.
Biz
mahallemizde dünyayı yaşıyorduk.
Babam,
Kadifekale'ye çay içmeye götürürdü bazen. O
yüksekten bakardık da görürdük denizi. Hem denizi görürdük
hem fuarı hem de fuar ile denizin arasını. Atatürk'ün düşmanı
“döktüğü” denize biz ulaşamıyorduk biliyor musunuz?
Arka
sıradakilerin “denize ulaşması” zor ötesi bir şeydi.
Coşarsa
babam, otobüs, minibüs neyse, İnciraltı'na gider, babam rakı
balık, biz de “meysu balık” yapardık. Ama
ne kadar uzun sürede gidiyorduk ki oraya, dönüşte kardeşim hep
uyurdu.
“Arka
sıradakiler” diyoruz ya?
Peki
“ön sıradakiler” neydi?
Onlar
da “çocuk” değil miydi?
“Arka”
ya da “ön” fark eder mi çocuk için?
Birbirlerini
görmüyorlardı ki tanısınlar, fark neyse çıksın ortaya.
Okullar
farklıydı, yollar farklıydı.
Belki
de belediye de devlet de “arkayı” boş vermişti de “öne” ne
vermişti?
Hiç
bilememiştik biz.
Kış
gelince asıl dert başlıyordu “arka sıradakiler” için.
Babalarda
gelir hep yetersizdi. Okullar uzun yürüme mesafesindeydi. Giyecek
alınacaktı en kalınından. Giyecek
neyse de, yolları kötüydü okula giderken. Çok
yağan yağmurda, sabah okula giderken ayakları ıslatmamaya
çalışırdık. Hızlı hızlı gider, eğer yanıyorsa okulun
sobalarında kuruturduk üstümüzü başımızı. Ama
eğer dönerken bastırmışsa yağmur, tam bir riskti bizim için.
Yokuş yukarı çıkarken o azgın yağmur suları ister istemez
ayakkabıların içine girerdi. Bazen de o yorgun yollarda çukurları
görmez, düşer, pantolonu yırtardık. Ama hiç yalnız olmazdık.
Mutlaka üç
beş arkadaş birlikte gider gelirdik.
Ne
yetenekli arkadaşlarımız vardı. Vardı da kim duyardı ki
“yetenekleri”?
Sanki
gizli bir ek ikiye ayırmıştı İzmir'i “bir vakitler”...
Bu
“vakitlerin” ne olduğunu, yaş 40'a gelince gördüm de, o “iki
İzmir” muhabbeti hiç bitmedi.
“Ön
sıradakilerin” kabahatlerini çocuklarına asla yüklemem.
Ama
İzmir'de “Mahallat-ı Gureba” nereye denirdi, sorarım size.
Asırlardır
salgın hastalıktan, pislikten, açlıktan kimler öldü de sessizce
gömüldü? “Arka sıradakilerin” çocukları, Saat Kulesi önünde
gevrek satarken, bu gevrekleri kimler aldı da yedi?
Kimse
kafasına göre “ön, arka” demesin İzmir'e.
Bu
ciddi bir konu ve ciddi bir sorun.
Bu
sorunu da önce belediye çözecek.
Bunun
da ciddi ipuçları var. Çünkü
Başkan Tunç Soyer, gerçek adımlar atıyor. Belli ki yıllardır
bu “ayrımı” çalışmış. Geçen gün benim büyüdüğüm
mahallelerden çocukları almış Başkan, İzmir Büyükşehir
Belediyesi Gençlik ve Spor Kulübü’ne de vermiş talimatı. Ve o
güzel yüzlü bizim çocuklarımız hem denizle, hem de kanoyla
tanışmış.
Ne
güzel değil mi? 100 yıl önce müslümanlar kıyıya gelip de,
denize girip de, kayık mayık bilmez mi? “Ayıp, günah”
derlermiş. Altay kurulmuş da, gençlerimiz şortla futbolu
öğrenmiş. Takıp kurup kayık yarışlarına katılmış. Ama
araya giren acı yıllar, “arka sıradakileri” daha arkaya atmış.
Yıl
2019 ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer “Olmaz
öyle şey” demiş. Tutmuş ellerinden çocuklarımızın “haydi
bakalım, deniz kenti İzmir'de, ayağı denize girmemiş kimse
kalmayacak” diyerek, önce çocukları bindirmiş kanolara. Helal
olsun eğitmenlere, belediyeye en çok da yüreğiyle başkanlık
yapan Tunç Soyer'e. Ne demiş Başkan?
“Diliyorum
ki, denizi yelkeni çok kısa zamanda sevdiklerini söyleyen bu
çocuklarımız, çok iyi bir sporcu veya mahalledeki arkadaşlarını
bu sporu öğretecek iyi bir eğitmen olacak. İnciraltı’nda
yaratılan müthiş sinerjinin daha da büyütüleceğine inanıyorum.
Çocuklar bana çok eğlendiklerini söylediler. Beni de çok mutlu
ettiler.”
Ben
de çok mutlu oldum.
Umudum
arttı.
Çünkü
“O İzmir'i” biliyorum, yaşıyorum, duyuyor, dokunuyor ve
görüyorum. Masa başında “arka sıradakiler” diye yazmıyorum.
“Arkadan
öne” gelip “arkasını” unutanların egemenliklerinin biteceği
günler de gelecek. Bugün deniz yarın üretim ve İzmir'in eski,
unutulmuş, unutturulmuş birlikteliği yeniden kurulacak.
Çünkü
artık ne Reji var ne de kolcular.
Artık
istek var, irade var.
İzmir
yeniden “çok renk, çok nefes, çok ses” güzelliğini
yaşayacak. Çünkü renk, nefes ve sesin de ortak olduğu o kadar
çok gerçek var ki.